Açılın! “Stalin’in Ölümü” (The Death of Stalin) filmi üzerine söyleyeceklerim var. Bir eleştirmen olarak, aman şunu ıskalayalım, bunu görmeyelim, ona nazik olalım, ötekine dalalım, diğerine hak etmediği değerler katalım şeklinde bir düşüncem hiç olmadı ve ötesinde şu hayattaki her şeyin itinayla eleştirilebilmesi gerektiğini savundum, savunurum. İllaki siyasi görüşüm, hayata bakışım, bilcümle yaşanmışlıklar, eleştirimde baskındır ve kuşkusuz belirleyicidir. Çünkü beni ben eden şeyler bunlardır, elbette algılayışımı, kavrayışımı, anlamlandırışımı da, derinden etkilemiştir. Yani solculara dokunulmasın, sağcılara ise abanılsın gibi meylim olsa, kabul buyurun, bu saçmalığın daniskası olur. Lakin Büyük Britanyalı sinemacılardan, önce “En Karanlık Saat” (Darkest Hour) ile, Winston Churchill güzellemesi seyredip, ardından da Stalin ve tüm saz arkadaşlarıyla dalga geçilmesini, kısa aralıklarla izlemek, Batı’nın klasik tavrı konusunda, beni yine ve yeniden şaşırtmadı. Kapitalist, emperyalist, işgalci, sömürgeci tayfasının, ölümünün üzerinden 65 yıl geçse de, SSCB yıkılıp, tarihe karışsa da Çelik Adam (Stalin) ile dertlerinin bitmediğini görmek, şüphesiz sola dair ideallerin ve görüşlerin hala korkutucu olduğuna dair değilse, nedir?

Film, Yosif Visaryonoviç Cugaşvili nam-ı diğer Josef Stalin dışında, Nikita Kruşçev, Lavrenti Beria, Vyaçeslav Molotov, Georgi Malenkov ve Mareşal Georgi Jukov gibi gerçek ve tarihi kişilikleri de öyküsüne katıyor ve karikatürize edilmiş karakterle, seyirciyi hiciv bombardımanına tutuyor. Yönetmen Armando Iannucci’nin, Jeffrey Tambor, Steve Buscemi, Andrea Riseborough, Olga Kurylenko, Rupert Friend, Michael Palin, Paddy Considine ve Simon Russell Beale gibi isimlerden oluşan sağlam bir kadroyla, siyasetten bağımsız olarak, ortaya izlenebilir ve kıs kıs gülünebilir bir işçilik çıkarttığı gerçeği, elbette su götürmez. Yalan yok, seyir boyunca, hayli kıkırdadım, özellikle adı geçen ünlü simalar konusunda bilgi birikimine sahip olmayanlar, beyazperdeye yansıyan bu tiyatro oyunu tadındaki yapıttan daha çok keyif almışlardır, lakin konuya hakim olanlar, mübalağanın dozu kaçmış, yok artık! demişlerdir, zannımca…

Herkes kötü, herkes çıkarcı, herkes üçkâğıtçı, herkes ezik, herkes ahmak, koskoca Moskova, ziyadesiyle dingillerin kıskacında… Ehi ehi ehi, çok komik! Saddam diktatör, Esad diktatör, Kaddafi diktatör, Suudi Arabistan kralı ise çok cici, Katar emiri çok tatlış, Kuveyt emiri çok minnoş… Bu hesap, o hesap. Diktatörler konusunda bile ahali hemfikir değil! Çünkü mesele, diktatör değil, mevzumuz ideoloji, tastamam. Stalin’i batı medyasının gazı ve yönlendirme gücüyle, kafasında şekillendirenlerin hezeyanı, ama bu kendi çıkarımlarımız iddiası kadar gülünç. Sana zerk edildi be o bebeğim, tanımadın, tanıştırıldın yani. Stalin’in her şeyini savunduğumuz gibi bir mana uyduracak olanlar, kendi bilgisizliklerine kılıf da uydursunlar ha, eşzamanlı… Biz hiç değilse neyi savunup, neyi yargılayacağımızı, neyi koruyup, neyi suçlayacağımızı araştırdık ve bulduk. Yemeği ısmarlamadık, oturduk ve kendimiz yaptık. Peki, muktedir olmuş her liderle dalga geçelim, mavra yapalım, alay edelim, kıyasıya çemkirelim, hunharca eğlenelim, haydi, var mısınız? Efendim, sizi duyamadım!

Film kötü değil ha, yanlış olmasın, tarafgirlik hali fena, o kadar! SSCB, bir örnektir, sosyalist bir dünya kurmaya dair, ancak tek ve bariz gerçeklik değildir. Birçok örnek, birçok farklı uygulama, teoriden pratiğe yine geçiş yapabilir. Çünkü vahşi kapitalizm, eninde sonunda kendini tüketecek, gelecekte elbet, onun alternatifi hayata sirayet edecektir, siz istesiniz de, istemeseniz de. Sovyetlerin, müthiş ve mükemmel bir sistem kurduğunu öne süren de yok, öyle olsaydı, zaten dimdik ayakta olurdu. Seri yanlışlar ve hatalar yapıldı ve tüm bunlar, tek kutuplu dünyanın kapılarını ardına dek açtı.

Stalin, Çelik Adam değildi, süt dökmüş kediydi, ne çeliği, havaydı, cıvaydı. He canım, he, Nazi Almanya’nın başkenti Berlin’e, orak çekiçli kızıl bayrağı diken de onun iradesi değildi, gamalı haçın gölgesinde korku içinde bekleşen Batı’yı, 22 milyon yurttaşını yitirme pahasına kurtarmaya girişen korkak, zayıf ve ürkek bir herifti. ABD, Kızılderili soykırımı yapmadı, siyahileri köle etmedi, dünyanın en çok savaş çıkartan devleti de olmadı, İngiltere desen, Güneş Batmayan İmparatorluğu tatlı dille sağladı, şiddet değil, sevgiyle büyüttü topraklarını… Misal Fransa, daha 1994’te iki milyon insanın canından olmasının sebebi değildi Afrika’da… Özetle, kendi baskı, zor, şiddet, katliam ve soykırım tarihinizle de dalga geçeceğiniz gün, her taş, yerli yerine oturmuş olacak. Aksi takdirde, basit ve kolay yoldan, başkalarının tarihiyle oynaşır durursunuz.

Alper Turgut, Adana’da doğdu, üniversitede gazetecilik okudu. Uzun seneler, çeşitli gazetelerde çalıştı, farklı alanlarda görev yaptı, sendikacılıkla uğraştı. Sonra bir gün (Haziran 2006), şans eseri, çocukluk aşkı sinemaya bulaştı, işte o tarihten beridir, filmler üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.