80’li yıllarda çekilen ve gösterildiği tarihlerde Robert McCall karakteriyle epey popülarite kazanan The Equalizer dizisi, Amerikalı yönetmen Antoine Fuqua’nın son projesi… The Training Day, Shooter gibi önemli filmleriyle tanınan yönetmenin bu filmini merak konusu haline getiren şey yıllar önce Oscar kazandırdığı oyuncusu Denzel Washington ile yeniden bir araya gelmesiydi. Beklentilerin yüksek olduğu Equalizer’ı vizyona girdiği gün izledim ve şunu söyleyebilirim ki; klişe sosuna fazlaca bulanması sebebiyle The Training Day’in başarısını yakalaması zor gibi görünse de, aksiyon ve şiddet dozu yüksek sahneleriyle türün severlerini kesinlikle tatmin edecek bir film.

Senaryosunu Richard Wenk’in yazdığı The Equalizer, geçmişinde pek de gurur duymadığı işler yapan ve bu sebeple teşkilattan ayrılarak bir nevi emeklilik hayatı yaşamaya başlayan Robert McCall’un, yönetmeninin de deyimiyle bir anti-kahramana dönüşmesini konu alıyor. Boston’da bir yapı marketinde çalışmaya başlayan karakterimiz, yalnız, epeyce obsesif ve bir o kadar da içe dönük hayatını sürdürürken, her akşam çay içtiği restoranda bir telekızla (Teri) tanışıyor. Hayatta aradığı tek şey huzur olan ve bunun için tüm geçmişin bir çırpıda silen bir adamın, hayatını değiştirmek için hiç şansı olmayan bir kızla karşılaşması ise her şeyi alt üst ediyor. Huzurun sadece kendisi için değil, etrafında yardıma muhtaç bulunan insanlar için de olması gerektiğini fark eden McCall, Teri’nin başına gelenlerden sonra bir adalet dağıtıcısı haline geliyor.

Bir anda koskoca Rus mafyasını tek başına çökertmeye ve etrafındaki suçluları kendi özel yöntemleriyle cezalandırmaya girişen McCall’un tüm bu değişiminin sebebi Teri gibi görünse de, aslında öyle olmadığını anlamak çok zor olmuyor. Çünkü Teri ile onu hastanede gördüğümüz sekanstan sonra finale kadar bir daha hiç karşılamıyoruz. İzlediğimiz şey en başından itibaren McCall’un geçmiş hesaplaşması ve vicdanını rahatlatma çabası oluyor. Başka bir deyişle, kendi iç huzurunu sağlayabilmek için başkalarının yardımına koşan ve adaleti dengeleyen adam oluyor McCall… Tabii bunu, yukarıda bahsettiğimiz gibi kendine has yöntemleriyle yaparak…

The Equalizer’ın sakin başlayan ilk 20-25 dakikasından sonra gerilimi ve heyecanı yükselten öğe ise bu özel intikam yöntemleri oluyor çünkü gerçekten McCall ürkütücü bir ölüm makinesine dönüşüyor. Takıntılı karakteri, düşmanlarını öldürdüğü anlarda daha da ortaya çıkıyor ve zekice tasarlanmış öldürme teknikleriyle şiddetin dozu her dakika artırılıyor. Ancak heyecanı yükselten bu sekansların bazılarında görsellik uğruna gerçekliğin feda edildiğini de belirtmem gerek. Özellikle patlamanın yaşandığı kısımda kahramanımız hiç etkilenmediği için inandırıcılık tümüyle kayboluyor ve bilindik çekim yöntemlerine başvurulması filmi bazı noktalarda sıradanlaştırıyor. Fakat tüm bu hatalarına rağmen geneli baz alındığında The Equalizer, seyircisi için bolca kan, şiddet, heyecan ve gerilim unsuru barındıran bir film olmayı başarıyor.

Denzel Washington’ın usta oyunculuğu için söylenecek bir şey olmadığını düşünüyorum ama Teddy karakterini canlandıran Marton Csokas’ın başarılı performansının altını çizmek gerek. Denzel Washington’ı bu anlamda çok iyi dengelemiş. Teri karakteri ise dizide daha yaşlı olmasına rağmen yönetmen oyunculuğundan çok etkilendiği için Chloe Grace Moretz gibi genç bir oyuncuyu tercih etmiş ve bana kalırsa yerinde bir tercih olmuş. Moretz, rolünün hakkını fazlasıyla veriyor çünkü.

Finaliyle devamının çekileceğin sinyallerini veren The Equalizer, birçok yönden ortaya yeni bir şey koymayan bir film olsa da seyir zevki fazlasıyla yüksek olan bir film. Etkileyiciliğini attırmak için başvurulan numaralara çok takılmazsanız, iyi bir seçenek olabilir. Bazen klişe sosu lezzet verir; gidin ve tadın!

 

 

1987, İzmir doğumlu… Sinemayla olan aşkı henüz ilkokuldayken gittiği Aslan Kral filmiyle başladı. Öylesine sevmişti ki bu filmi, yıllar sonra tekrar izlediğinde kaybettiği bir oyuncağını bulmuş gibi mutlu oldu. Lisede okuduğu Fransız koleji ise her şeyin başlangıcı oldu. Dans tutkusunun sadece halk oyunlarıyla sınırlı olmadığını anlayıp o günden bugüne hep dans etti, bu sayede bir çok ülke gezdi, hala da dans ediyor. Üniversitede Tarih bölümüne girerek yaşam enerjisiyle hiç ilgisi olmayan bir meslek tercih etti. Bir de üzerine Avrupa Tarihi Yüksek Lisansı yaptı ki hayatın ne kadar çekilmez olur görebilsin diye… Bunların üzerine tarihi çok sevdiğini söylemek biraz tuhaf olur sanırım, ama gerçekten seviyor. Üniversitede tarihe gömüldüğü zamanlarda, yüksek lisansta da tezini bitirmeye çalıştığı şu günlerde sinema her zaman onun için kaçış noktası oldu. Bitmek bilmeyen izlenmesi gereken filmler listesiyle uğraşırken tezini ihmal etti ama bu sayede Öteki Sinema’da yazarlığa ilk adımımı attı. Ve sinema yazarlığının onu ifade eden en güzel yollardan biri olduğunu keşfetti. Tarih, dans ve sinema tutkusuna bir de şarap sevgisini ekledi ve sanırım bu gidişle yine bambaşka bir iş yapacak. Hayat onu sürprizleriyle karşılarken, o da tutkularına yenilerini eklemeye kararlı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.