Sinema tarihi boyunca tek mekanda geçen filmler bugüne kadar hep konuşuldu ve üzerine birçok dosyalar yapıldı. Tek mekan olgusu denildiğinde kişisel görüşüm, kısıtlı bir mekanda, bir evde, bir odada, bir arabada ya da bir barda geçen filmlerdir ve genelde bu mekana hazırlık niteliğinde olan kısa açılış ve final sahneleri haricinde bu mekandan dışarıya hiç çıkmamaktır. Düşük bütçeli, az karakterli, diyalog üzerine kurulu ve tiyatro havası taşıyan filmler aslında tek mekan filmlerin genel ortak özelliğidir.

Bugüne kadar tek mekanlı filmler hakkında yapılan dosyalara baktığımızda bu düşünceyi olabildiğince genelleştirmeye gidip kantarın topuzunu kaçıran filmlerle karşılaşmamız ya da “tek mekanlı film” algısının yanlış lanse ettirildiğiyle karşılaşmamız mümkün. Örneğin, uzayda geçiyor diye Gravity (2013)’i, gemide geçiyor diye Das Boot (1982)’u, trende geçiyor diye Strangers on a Train (1951)’i, denizde geçiyor diye Open Water (2003)’ı bu dosyaya dahil etmek mantıksız olacaktır, çünkü aslında bunların hiçbiri tek mekan olmadığı gibi, tek mekanın mantığına da aykırıdır ve tek mekan olma amacı gütmemektedir.

Süresi boyunca bulunduğu mekanın içinden neredeyse hiç çıkmadan (küçük istisnalar hariç) mekanı adeta ayrı bir karaktere dönüştüren filmler, bütçesizlikten ziyade tek mekan aşkıyla yapılmış filmlerdir. Ülkemizde Mayıs ayı içerisinde vizyona giren Mavi Adam ve Haziran ayında vizyona girecek olan Locke filmleri ise sinema tarihinde çok az sayıda bulunan %100’ü tek mekanda geçen, başka herhangi bir yere plan dahi kesmeyen filmler arasında yer alarak sevindirdi. Bu iki filmin gelmesiyle birlikte iyi film, kötü film ayrımı yapmadan ve “sinema tarihinin en iyi tek mekan filmleri bunlardır” gibi bir iddiası kesinlikle olmayan, en az %90’ı, en fazla ise %100’ü gerçek anlamda tek mekanda geçen filmlere bir göz atalım.

 

Rope (1948)

Hitchcock filmografisinin en özel eserlerinden biri olan Rope, 80 dakika boyunca tek plan hissiyatı yaratan film hileleriyle beraber bir evin içinde geçiyor. Zekalarını kanıtlamak için evde cinayet işleyip ceset evin içindeyken arkadaşlarını partiye davet eden iki adamın özgüvenleri ve meydan okumaları ekseninde geçen film, tıpkı adı gibi birbirine iple bağlı gibi gözüken çekim tekniği ve olaylar silsilesiyle tek mekan filmler arasında en özgün işlerden birine dönüşüyor.

12 Angry Men (1957)

Sidney Lumet’in 1957 tarihli başyapıtı 12 Kızgın Adam, sinema tarihine damga vurmasının yanı sıra “tek mekan” denildiğinde akla ilk gelen örneklerdendir. Sinemasallaştırılması ve inandırıcılık sağlanması çok zor bir konuya el atan film, bir insanın karşıt düşüncedeki 11 kişiyi saniye saniye hem mimiklerle, hem tezlerle kendi inandığı şeye ikna edebileceğini tek bir oda içerisinde gösteriyor. Mahkeme içinde ve dışında küçük sahneleri olsa da olay örgüsünün tamamını oda içinde sağlıyor.

Sleuth (1972 – 2007)

Joseph L. Mankiewicz’in ölmeden önce yönettiği son film olan Sleuth, tamamı bir evde geçen yapısıyla tek mekan olgusuna en uygun filmlerden biri. Karısının sevgilisini evine davet eden yaşlı bir adam, gerilimlerle dolu bir oyun oynamaya başlar. Tiyatro etkisini sonuna kadar hissettiğimiz, sürekli tarafların birbirlerine karşı üstünlüklerinin değiştiği, adeta bir otorite savaşına dönüşen bir oyun. Laurence Olivier ile Michael Caine’in karşılıklı döktürdüğü kompozisyonları ise hafızamızda hala tazedir. Renk skalası açısından daha stilize bir işçiliğe sahip olan Kenneth Branagh imzalı Sleuth ise, orijinal filmin yapısını sonuna dek korumasıyla ve ilk filmde genç adamı oynayan Michael Caine’in yıllar sonra yaşlı adamı canlandırması açısından benzersiz bir işe dönüşüyor.

Biri ve Diğerleri (1987)

Türk sineması için değeri bilinememiş bir hazine niteliği taşıyan Tunç Başaran filmi, açılış sahnesi ve zamandan mekandan bağımsız sürreal bilinçaltı sahneleri haricinde tamamen bir barın içinde geçiyor. Yağmurun hiç durmadığı gecede bara sığınan bir adamın hayallerindeki kadını beklemesini anlatan film, gerçekle sürreal arası bir düş, yağmurlu gecenin hüzünlendirdiği bir şiir, aşka ve yalnızlığa dair türlü felsefelerin döndüğü bir insan panoraması gibi adeta. Aytaç Arman ve Meral Oğuz’un kimyası bir daha hiç silinmemek üzere hafızalarımıza kazındı.

Tape (2001)

Konuşkan filmler çekmeyi seven yönetmenlerden Richard Linklater’ın yönettiği film, 86 dakikalık süresi boyunca bir otelin 19 numaralı odasında üç kişi arasında geçiyor. Eski lise arkadaşları olan uyuşturucu satıcısı Vince ile belgesel yapımcısı Jon’un geçmiş günleri yad etmesi ekseninde ilerleyen film, Jon’un, Vince’ın eski kız arkadaşı Amy’e tecavüz etme olasılığını itiraf etmesiyle bambaşka bir yapıya bürünür. Dijital kamerayla çekilip klostrofobi hissini sonuna kadar hissettiğimiz film, anlatılan hikayelerin gerçek mi kurgu mu olduğunu sürekli düşündüğümüz, senaryosu güçlü bir tek mekan filmi

Russian Ark (2002)

Aleksandr Sokurov’un sinema tarihine armağanı niteliğindeki Rus Hazine Sandığı, eksenine Rusya Devlet Hermitaj Müzesi’ni alarak Rusya’nın 200 yıllık kültür sanat tarihinin odaları arasında müziklerle, resimlerle, danslarla, mimariyle beraber rüya gibi bir gezintiye çıkarıyor izleyiciyi. 99 dakika boyunca tek plan olan ve dördüncü çekimde başarıya ulaşılan film, hem dosyanın adına uygun olarak mekanıyla akılda kalıyor hem de 2000 kişilik figürasyon kadrosuyla tek plan filmler içerisinde akıl almaz bir başarıya imza atıyor.

El Metodo (2005)

Marcelo Pineyro’nin yönettiği, Eduardo Noriega’nın başrolde yer aldığı El Metodo, sokaklar IMF protestolarıyla savaş alanına dönmüşken yüksek gökdelenlerin birindeki ofiste yapılmakta olan iş görüşmesine odaklanıyor. Açılış sahnesi ve harika kapanış planı haricinde tamamen ofisin içindeki adayların konuşmalarına ve gözetlenmelerine odaklanan film, zekice yazılmış senaryosuyla hem güçlü bir kapitalizm eleştirisi hem de sosyolojik bir deney niteliği taşıyor.

Phone Booth (2007)

Joel Schumacher’in yönettiği nadir iyi filmlerden olan Phone Booth, açılış ve kapanış sahneleri dışında bir telefon kulübesi ve çevresinde yaşanan olayları ele alıyor. Bir tetikçi tarafından tehdit edildiği için telefon kulübesinden çıkamayan ve hayatındaki her yalanı itiraf etmek zorunda kalan Stu’nun hikayesi, listedeki diğer filmlere oranla daha fazla yan karakter barındırıyor, açık alanda geçmesi sebebiyle dışarıdaki yerlere daha çok plan kesiliyor, bazen ekran bölünüyor vs. Fakat olay örgüsü tamamen “bir adamın girdiği telefon kulübesinden çıkamaması” üzerine olunca listeye almak şart oluyor. Colin Farrell’ın çaresizliği ve Kiefer Sutherland’in birkaç saniye haricinde ekranda görünmeden sergilediği tedirgin edici performans unutulmadı.

The Man From Earth (2007)

Richard Schenkman’ın oldukça düşük bir bütçeyle kotardığı film, yedi yıl içinde öyle kulaktan kulağa yayıldı ki, birçok kişi tarafından türünde bir klasik haline geldiğini söylemek yanlış olmaz. Üniversitedeki işini bırakıp başka şehre yerleşmeye karar veren bir tarih profesörünün, farklı branşlardaki iş arkadaşlarını din, tarih, felsefe, inanç gibi konular ekseninde mümkün olması imkansız bir şeye inandırması üstüne kurulu olan film, zekice yazılan sürprizlerle dolu senaryosuyla ekrandan gözlerimizi ayıramayacağımız, sürükleyici bir tek mekan gösterisine dönüşerek hafızalarda yer etti.

Buried (2010)

Rodrigo Cortes’in tek mekan olgusunun sınırlarını zorlayarak tamamı toprağın altındaki bir tabutun içerisinde geçen Buried’i, bir tabut, bir adam, çakmak, cep telefonu ve çakı ile nasıl kaliteli ve sinematografik bir film ortaya konulabileceğini göstererek seyir açısından zorlayıcı ama bir o kadar da cesur ve sürükleyici niteliğe sahip. Ryan Reynolds’un tabutun içerisinde adeta ecel terleri döktüğü performansına şapka çıkarmak gerek.

Carnage (2011)

Yasmina Reza’nın kendi oyunundan uyarladığı, yönetmenliğini Roman Polanski’nin yaptığı Carnage, dört kişiden oluşan etkili bir tiyatro ve kara komedi gösterisi. Birinin çocuğu ötekinin çocuğunu dövdüğü için evde bir araya gelen anne ve babaların arasında başlayan sohbet git gide çocuklar üzerinden hararetli bir tartışmaya kapı açar ve karşılıklı iki ailenin takıntılarına ve ego gösterilerine dönüşür. Açılış ve kapanış sahnelerinde uzak bir genel planda çocukların durumunu görmemiz haricinde tamamen evde geçen film, Kate Winslet, Jodie Foster, Christoph Waltz ve John C. Reilly’nin performanslarıyla aynı zamanda bir oyunculuk gösterisine dönüşüyor.

The Sunset Limited (2011)

Cormac McCarthy’nin senaryosunu yazdığı ve Tommy Lee Jones’un yönettiği HBO yapımı bir Tv filmi olan The Sunset Limited, bir ev ve usta iki aktörün karşılıklı söz düellosundan ibaret. 12 Angry Men ve The Man From Earth filmlerindeki bir kişinin birçok kişiyi ikna etmeye çalışması durumunu teke tek haline getiren film, ateist bir tarih profesörü olan ‘beyaz adam’ ile dindar bir Hristiyan olan ‘siyah’ adam arasında geçen karşıtlıklarla dolu diyaloglara odaklanıyor. Tommy Lee Jones ve Samuel L. Jackson’un yoğun performanslarına rağmen senaryoda ikna ediciliği yakalayamayan ve ilerledikçe tekrar hissi yaratan film, her şeye rağmen kelimenin tam anlamıyla bir “tek mekan” filmi.

This is Not a Film (2011)

Ülkesinde 20 yıl boyunca film yapması yasaklanan ve yurtdışına çıkması yasaklanıp ev hapsine kapatılan İranlı yönetmen Jafar Panahi’nin, bir kekin içerisine gizlenmiş USB aracılığıyla İran’dan çıkarıp Cannes’a gönderdiği filmi, “tek mekan” film yapmayı amaç olarak değil zorunluluk olarak kullanan bir örnek. Tamamına yakını Panahi’nin evinde, finaline doğru da apartmanın asansöründe ve otoparkında geçen film, en temel haklarından mahrum bırakılmış bir yönetmenin isyanını aktaran “yasaklı bir film!” olarak listede yer almayı kesinlikle hak ediyor.

Locke (2013)

İngiliz senarist Steven Knight’ın yazıp yönettiği Locke, gerçek anlamda hem tek mekan hem de tek karakter filmi. 85 dakika boyunca arabanın içerisinden hiç çıkmayan, figürasyon dahi olsa ikinci bir karakteri asla perdede göstermeyerek zoru başaran filmin oldukça kısıtlı bir alanda sadece telefon konuşmalarıyla izleyiciyi aynı anda sürükleyen, geren ve güldüren bir senaryoya sahip olması müthiş bir zeka ürünü olsa gerek. Knight’ın bu başarısına Tom Hardy’nin sürekli konuştuğu ve başından sonuna kadar yüzünün yakın planda olduğu zorlayıcı bir roldeki başarısı da eklenince ortaya İngiliz sinemasının en orijinal örneklerinden biri çıkıyor.

Mavi Adam (2014)

Utku Çelik’in yönettiği, tamamı bodrum katındaki bir odada geçen ve İngilizce çekilen Mavi Adam, Türk sineması içerisinde bir odanın dışına hiç çıkmayan, mekanın dışındaki herhangi bir yere plan dahi kesmeyen tek film olabilir! Tip olarak Hazım Körmükçü’yü andıran Alex Dawe’in başrolde yer aldığı film, Irak işgali esnasında kaçırılan bir arkeoloğun ekseninde savaşın etkileri, kadın hakları, canlı bomba olma durumu, uranyumun sakat doğumlara yol açması gibi konuları irdeliyor. Bu konuların hepsini layıkıyla ele alamamasına ve oyuncuların yapay – doğal karşıtlığındaki performanslarına rağmen Türk sineması gerçek anlamda bir “tek mekan” filmi kazanmış oluyor.

Halil İbrahim Sağlam

 

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.