“İnternet, akıllı cep telefonu, smart TV, tablet derken iyice günlük hayatımıza sinen yeni teknoloji, günümüz korku filmlerinde ne kadar etkili kullanılabiliyor?”

Korku filmi klişelerinden bahsedildiğini duymuşsunuzdur. Kimisi filmin içine usulünce yerleştirilir, hissettirmeden işini görür ve sadece dikkatli gözler tarafından enselenebilir. Kimisiyse çok göz önündedir, fazlasıyla rahatsız edicidir ama olmazsa olmazdır. Gelişen teknolojinin günümüz korku filmlerine yedirilmeye çalışılmasıyla beraber korku filmi klişeleri de evrim geçirmek zorunda kaldı haliyle. Örneğin teknolojinin peşine takılan ilk alt tür olarak gösterebileceğimiz buluntu filmlerde (found footage) başkarakter, kamerasını yer gök yarılsa elinden bırakmaz. Peşinde maskeli katil, hayalet ya da canavar olsa da durum değişmez, bir yandan kaçarken bir yandan da çekime devam eder. Evet, akla mantığa uygun bir davranış değildir, can havliyle kaçarken hiç kimse kamerayı, kamerayla çekim yapmayı düşünmez. En fazla “yine mi ya” diye atarlanıp ya da belki de küfredip geçersiniz, geçmek zorundasınız. Çünkü başkarakter kamerasını bırakıp kaçmaya başlasa izleyeceğiniz bir şey kalmaz. Alt tür özelinde görüntülerin tamamı o kamera aracılığıyla aktarıldığından, kameranın final sahnesine kadar aktif olması elzemdir. Kötü ve inandırıcılıktan uzak bir klişedir ama yapacak bir şey yoktur.

Teknoloji armağanı can sıkıcı klişelerden bir diğeri de “cep telefonu çekmiyor” (no signal) klişesidir. Korku filminin yeterince etkili olabilmesi için karakter (ya da karakterler), ana tehdit unsuru (yine maskeli ya da maskesiz katil, hayalet, canavar, vb.) ile baş başa kalmak zorundadır. Anında her yere, herkese, her şeye ulaşabilen cep telefonu devreden çıkartılmalıdır ki dışarıdan yardım alabilme ihtimali ortadan kalksın. Böylece karakter çaresiz kalır, iyice sıkışır ve kaçmaya başlar. En nihayetinde kaçmanın çözüm olmadığını anlar ve ana tehdit unsuruyla yüzleşmeye (savaşmaya) karar verir. Görüldüğü üzere cep telefonu, korku filmlerine yardımcı olmaktan ziyade fazlasıyla yük olmaktadır ve bir an önce ortadan kaldırmak gerekir. Bunun için de ilk akla gelen yöntem kullanılır ve cep telefonu, “çekmiyor” (ya da yere düştü kırıldı, suya düştü çalışmıyor, vb.) klişesi devreye sokularak işlevsiz bırakılır. En fazla “yine mi ya” diye atarlanıp ya da belki de küfredip geçersiniz, geçmek zorundasınız. Çünkü korku filminin etkili olabilmesi için karakterin ana tehdit unsuruyla baş başa kalması elzemdir. Sinir bozucu bir klişedir ama yapacak bir şey yoktur.

Günümüz popüler dizilerinden Stranger Things’in yaratıcıları Duffer Kardeşler, bir söyleşide dizinin seksenli yıllarda geçmesinin (ve cep telefonunun henüz ortalarda olmamasının) senaryo açısından büyük kolaylıklar sağladığından bahsetmişlerdi. Diziyi izleyenler bilir; Hawkins kasabasındaki çocuklar, kendi aralarındaki uzak mesafe iletişimi telsiz aracılığıyla sağlıyorlar. Senaryo gereği iletişim kurulması gerekiyorsa işlerini telsizle çözüyorlar ama iletişim kurulması istenmiyorsa “mesafe çok uzun, telsiz çekmiyor” ya da “telsiz yanında değil” klişesi devreye giriyor. Bu klişenin çok sık kullanılması fazla rahatsız da etmiyor çünkü telsiz bu, mesafe uzunsa çekmez ve evet, fazlasıyla iri bir alet, her zaman yanında taşımıyor olabilirsin. Ancak aynı klişeyi cep telefonu için kullanmak, -hele ki “dizi maratonu” (bütün bölümleri art arda izlemek) yöntemiyle sunulan bir dizide- fazlasıyla can sıkıcı olurdu.

Oysaki eskiden telefon (şimdilerde “ev telefonu” dediğimiz telefondan bahsediyorum), başlı başına bir korku unsuruydu. Evin içinde yabancı birinin varlığından şüphelenen karakter (sıklıkla çocuk bakıcısı), en ufak çıtırtıya dikkat kesilerek sessizlik içinde evi gezerken aniden çalan telefonun sesi, izleyeni koltuktan zıplatmak için etkili bir taktikti. (O korkunç zil sesini aklınıza getirin.) Gelen telefondaki hırıltılı sesler ya da ölümcül tehditler içeren cümleler, belli oranda bir gerilim yaratılmasına yardımcı olurdu. Telefon hattının kesilmesi, ana tehdit unsurunun çok yakında olduğuna işaretti. Telefon fiziksel olarak bir silaha da dönüşebiliyordu; kordonuyla birini boğabilir ya da telefonun kendisini birinin kafasına vurarak en azından kısa süreliğine etkisiz hale getirebilirdiniz. Bunların bir kısmını cep telefonuyla da deniyorlar ama aynı etkiyi pek veremiyor sanki.

Scott Tobias, The Guardian gazetesinde yayımlanan makalesinde, Ring’in Amerikan serisinin bir hayli geç gelen üçüncü filmi üzerinden benzer bir noktaya değinmiş. Hideo Nakata’nın yönettiği Japonya yapımı Ringu 1998 yılında, Gore Verbinski’nin yönettiği ABD yapımı yeniden çevrim The Ring 2002 yılında çekilmişti. Amerikan serinin ikinci filmi The Ring Two’nun yapım yılı ise 2005. (Bu film “işi sahibine vermek lazım” düsturundan hareketle Nakata’ya teslim edilmiş, ancak umulan bulunamamıştı.) Uzunca bir süre rafa kalkan üçüncü film projesi, F. Javier Gutierrez’in yönetmenliğinde 2017 yılında hayata geçirildi. Tobias, orijinal serinin ilk filminin üzerinden 19 sene, Amerikan serinin son filminin üzerinden de 12 sene geçtikten sonra çekilen Rings’in yeterince etkili olamamasını, filmdeki teknolojik revizyona bağlıyor. Ring serisinin seyirciden karşılık bulan en önemli kozu, elbette ki bütün yüzünü kaplayan uzun siyah saçları ve daha kurbanlarına yaklaşırken tüylerimizi diken diken eden kendine has yürüyüş tarzı ile akıllara kazınan Sadako ya da Amerikanlaşmış haliyle Samara’dır. İkinci sıraya da izleyenin yedi gün sonra öldüğü lanetli görüntülere ev sahipliği yapan video kaseti koymak gerekir. Tamam, intikamcı hayalet, öyle ya da böyle, hâlâ etkili bir figür, buna itirazımız yok. Ancak 2017 yılında gösterime giren bir filmin merkezinde yer alan, can alıcı öneme sahip lanetli video kasetin, -muhtemel seyircisinin çok büyük bir kısmının hayatında hiç video kaset izlemediği göz önüne alınırsa- etkili bir korku unsuru olması mümkün değildir. Bunun üzerine eskimiş olan teknoloji revize edilerek dijital ortama aktarılarak sunulur ama ne yazık ki aynı etkiyi sağlayamaz.

İnternet, akıllı cep telefonu, smart TV, tablet falan derken iyice günlük hayatımıza sinen yeni teknolojinin, günümüz korku filmlerinde hâlâ yeterince etkin biçimde kullanılamadığını görüyoruz. Evet, bazı enteresan denemeler yapılıyor ama tam anlamıyla olmuş, “tamam, işte budur” denebilecek örneklere rastlayamadığımızı söylemek lazım. Daha önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim FPS (first-person shooter) bilgisayar oyunlarının izinden giden ve “FPS ya da POV Filmler” olarak isimlendirilebilecek Hotel Inferno (2013), Grace (2014) ya da Kill Switch (2017) gibi filmler, bu tip denemelere örnek olarak gösterilebilir. Evet, ilginç bir deneme olduğu su götürmez bir gerçek ama çıkış kapısının burası olduğundan pek emin değilim.

Diğer denemelere şöyle bir göz attığımızda; Unfriended (2014) isimli filmde yeni teknolojinin yerinde kullanımına şahit oluyoruz. Yeni teknolojinin beraberinde getirdiği modern korkuların önemli bir yer tuttuğu film, bilgisayar başından neredeyse hiç ayrılmayan bir grup genci başköşeye koyuyor ama gereksiz bir biçimde basit bir intikamcı hayalet öyküsüne saplanıp kaldığı için fazla dikkat çekmeyi başaramıyor. İspanyol sinemacı Nacho Vigalondo’nun yönettiği gerilim filmi Open Windows (2014) da görsel dilini yeni teknolojinin enstrümanlarından faydalanarak oluşturmaya çabalıyor. Hikâyesini bir dizüstü bilgisayarın ekranındaki açık pencerelerde bulunan ve farklı kaynaklardan beslenen görüntüler aracılığıyla anlatmaya soyunuyor. Kamera, bir mekândan diğerine hareket etmek yerine, bir penceredeki görüntüden diğerine geçerek, izleyene bilgisayar teknolojisine mahkûm olmuş, modern bir röntgenciye dönüştüğünü hatırlatıyor. Ancak o da hikâyesinin fazlasıyla basit olması nedeniyle güç kaybediyor. Megan Is Missing (2011), Smiley (2012), Antisocial (2013), The Den (2013), #Horror (2015) ve Ratter (2015) gibi filmleri de benzer bir çaba içine giren ama bir hayli zayıf kalan korku filmleri olarak işaretleyebiliriz. Araya belki kendini yeni teknolojilere mahkûm etmiş birinin internet üzerinden tehlikeli biriyle (seri katil vs.) tanışması ile başlayan ve sonrasında slasher, işkence pornosu, vb. alt türlere sadık kalan zayıf denemeleri de ekleyebiliriz.

Sonuç olarak korku filmlerinin ve belki diğer türleri de içine alarak sinemanın, durmaksızın gelişmeye devam etmekte olan yeni teknoloji ile henüz uyumlu bir birliktelik sağlayabildiğini söyleyemeyiz. Hatta korku sinemasının birçok alt türü için işlevsiz bir yük olduğu bile söylenebilir. Ancak cesur denemeler devam ettiği müddetçe illaki bir çıkış yolu bulunacaktır. Hep beraber bekleyip göreceğiz.

Not: “No signal” klişesinin kullanılma yoğunluğunu görmek adına harika bir video: https://www.youtube.com/watch?v=XIZVcRccCx0

Murat Kızılca

1971 Beylerbeyi, İstanbul doğumlu. 2008 yılında Öteki Sinema ekibine katıldı. 2012-2013 yılları arasında Popüler Sinema için vizyon filmleri yazdı. Kasım 2013’ten itibaren aylık online sinema dergisi CineDergi için Bilinmeyen isimli köşeyi hazırlıyor. Kasım 2014’ten beri aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. Halen yazmaya devam ettiği Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.