Türk sinemasının son dönem en önemli isimlerinden Ercan Kesal, Nuri Blige Ceylan ile başlayan yolculuğunu, Türk edebiyatının sinemadan nasıl uzak kaldığını, son filmi Küf’ü Popülersinema okuyucularına anlattı…
Hayatta bazı başarılar tesadüftür ama öylesi başarılar vardır ki bunları tesadüf ile açıklayamayız. Bu başarılar insanın kendi değerini bilmesi ve kimliğiyle ortaya çıkar. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun’un da bir politikacıyla karşılaştık. Hem komik hem filmin bütün aksiyonunu üzerinde taşıyordu. Birden herkes kim bu dedi. Bir baktık Üç Maymun’un senaristlerinden Ercan Kesal çıktı karşımıza. Geçen yılın kült filmi Bir Zamanlar Anadolu’da ise öyle bir muhtar karakteri canlandırdı ki herkes parmaklarını ısırdı. Filmden çıkanlar Nuri Blige Ceylan’a hakkını teslim ederken Kesal’in canlandırdığı muhtarı hep ayrı koydular. O sadece Nuri Bilge Ceylan’ın oyuncusu veya senaristi de değil. Vavien’de, ve daha bir çok yönetmenin filmlerinde görmeye başladık onu. En son Antalya Film Festivali’nde Küf filmiyle karşımıza çıktı. 18 yıl önce oğlunun iz bırakmadan kaybolması sonrası umutsuz bir arayışa girmiş bir babayı canlandırıyordu. Neredeyse filmin her karesinde o vardı. Festivalde nasıl ödül almadı hala şaşırıyoruz. Kesal yaşama, sinemaya bakışı ve gün geçtikçe artan tecrübesiyle daha çok ürünler verecek, hatta sinemamızın dilinde söz sahibi olacak bir isim. Zaten röportajın son cümlesi bunu kanıtlıyor “ Türk sinemasının dilini derdi oluşturacaktır.”
Küf’ün senaryosunda merakınızı tetikleyen şey neydi?
Çok tanımadığım bir şeydi. Psikolojik katmanları fazlasıyla zengindi. Doğrusu cumartesi günleri yanından geçip gittiğim, üzüldüğüm ama çok da derinlemesine vakıf olmadığım bir dertti, Türkiye’nin derdiydi. Ama sadece bunu anlatmıyor, politik bir ajitasyon peşinde değil. O insanın kendi vicdani hesaplaşması, insan olarak bu hayattaki yerine ilişkin bir senaryoydu. Onun için çok ilgimi çekti. O karakterin peşinden gitmek, onu anlamaya ve yaratmaya çalışmak çok çekti beni.
Bir Zamanlar Anadolu’da olsun, Üç Maymun’da olsun filmin belki de en fazla diyalogları sizdeydi. Fakat bu filmde çok az diyalog var.
Üç Maymun olsun, Bir Zamanlar Anadolu’da olsun diyaloglarını yazanlardan biri olduğum için konuya fazlasıyla hakim olarak gidiyorum sete. Oradaki oyunculardan beni birazcık daha şanslı kılan da bu. Adam akşam yazdığını sabah oynuyor gibi bir şey. O şeyin içerisinde doğaçlama yapma, çoğaltma, azaltma, değiştirme şansı var. Bu da oyuncu olarak insanı zenginleştiren bir şey. Küf ise bir başkasının senaryosu, Ali Aydın’ın senaryosu. Dolayısıyla yönetmenin önermeleriyle karakter yaratmak zorundasın. Bu adam 18 yıl boyunca oğlunu arayan, karısını kaybettiği için de yalnız yaşayan, hastalığını saklamaya çalışan, içe kapalı, devletle kendince mücadele eden inatçı, dirençli bir adam. Bir sürü duyguyu içinde barındırmak zorunda, zengin bir karışım olması, bir kimliğinin, kişiliğinin olması lazım. Cesur, kapalı, biraz paranoyak ama bir yandan da sosyal hayata radyo vasıtasıyla kulağı açık, oğlunu aramayı bir yaşam gailesi haline getirmiş. Bütün bunları içinde taşıyan bir kimliğin peşine düştük. Böyle adamlar çok konuşmazlar. Kimle konuşacak ki zaten yalnız yaşayan bir insan, kahvede yalnız, demiryolunda yalnız. Zaten yaptığı iş öyle. Gördük Pozantı’da bu işi yapanları 25 kilometre yürüyor, 25 kilometre dönüyor. Adamın işi bu. O ayaklarındaki ayakkabılar iki ayda falan parçalanıyor yenisini veriyorlar. Adamın işi bu, başka işi yok. Gidiyor, geliyor. İnanılmaz bir tefekkür başlıyor bir süre sonra. Hiç bir derdiniz olmasa bile bir süre sonra derviş olabilirsiniz orada. Zaten adamın bir derdi var. Onlara bakınca ortaya böyle bir karakter çıktı.
(Spoiler var) Filmin sonunda adam aslında oğluna kavuşuyor. Bir yandan baktığımızda bu iyi bir son ama bir yandan da çok büyük bir dram.
18 yıl boyunca canlı ya da ölü oğlunu arayan birisinin önüne bir torba kemik koyuyorsun “İşte bu senin oğlun” diyorsun. Bence asıl hikaye şimdi bu adamın bundan sonraki hayatta nasıl duracağına ilişkin bir şey. Cenazeyi eline aldığında ne yapacağını bilemeyişinin altında da o sebep var. Peki bundan sonra ne yapacak? O zamana kadar yapacağı iş belliydi. 15 günde bir dilekçesini yazıyordu, hep aynı dilekçeyi yazıyordu. Radyoda haberin peşine düşüyordu. Peki şimdi ne yapacak? Zor ya da bizim bilmediğimiz bir yaşam biçimi asıl şimdi başlayacak. Biraz bu arayış onu ayakta tutuyor sanki. Adamın derdi onun dermanı aynı zamanda. Şimdi ne yapacak sorusuyla bırakması bence iyi bir final, doğru bir final.
Gişe filmi ve sanat filmi ayrımını ne kadar kabul etsek de, etmesek de böyle bir ayrım var ve Türk sinemasını çok ilgilendiren bir problem olmak üzere. Sinema filmlerinin hem senaryosunu yazan, hem oynayan, hem de temellendiren isimlerden birisiniz özellikle son dönemlerde. Bu konuya sizin bakışınız nedir?
Sadece Türkiye’de değil bence bütün dünyada sinemayı ayırıyorlar. Amerika’da çok daha kabaca ayrıldığını biliyorum. Arthouse ve normal gişe filmi olarak ayırıyor zaten. Amerikalılar isteseler herhalde çok iyi arthouse filmleri yapabilirler ama para olmadığı için o işlere girmezler. Öyle bir dertleri, öyle bir hevesleri olmuyor. Bütün dünyada olan mesele bu, baştan ayrılıyor. Benim sinemayla değil sadece bütün sanat dallarıyla, bütün yaratıcı faaliyetlerle ilgili düşüncem ortalama beğeniye, vasat beğeniye, sıradanlığa esir olmayan bir şeyler olmalı. Kalıcılık ancak böyle, evrensellik ancak böyle yakalanabilir. Sabun köpüğü gibi tüketiliyor gündelik yaşamdaki herşey. Zaten herşey çok çabuk unutuluyor ve yok ediliyor. Çünkü günümüzün tüketim anlayışında bu yatıyor. Sıradan bir market ürünü haline dönüştürmeye çok hevesliler zaten, siz o tuzağa düşerseniz onun bir parçası olmak için çok gayret sarfetmenize gerek yok adamlar sizi zaten bekliyorlar. Direnmek ve inat etmek lazım. Kalıcı olan bu, aklı yoran ve yeniden, yeniden düşünmeye iten ve bu dünyaya daha başka bir gözlükle bakmamızı sağlayan ürünler bunlar. Senaryo olarak önüme geldiğinde bu ürünler dikkatimi çekiyor, kendim de zaten böyle şeyler yazıyorum. Onun için buralarda bulunmam tesadüf değil.
Peki senarist olarak mı, oyuncu olarak mı kendinizi daha iyi ifade edebiliyorsunuz?
Galiba bu aralar oyuncu olarak çok fazla öne çıktım ama bana senaryo geldiği zaman senarist dikkatiyle ve o analitik yapıyla bakıyorum metinlere. Bu benim oyunculukta çok işime yarayan bir şey. Yani ben sadece bana verilen metin içerisinde bana kaç sayfa diyalog yazılmış diye bakmam ki. O çok saçma bir şey. Bütün bir senaryoyu, yönetmenin ne yapmak istediğini, filmin nasıl yol izlediğini anlamaya, algılamaya çalışıyorum. Tartışıyorum yönetmenle, kritiklerimi yazıyorum, onlarla mail’leşiyorum, onlarla sohbet ediyorum. O arada kendi rolümle ilgili mevzunun da altını çizmeye başlıyorum. Film iyi olursa ben de iyi olurum. Ben kendimi kurtarayım, film ne olursa olsun diyemem ki. Aslında yönetmenle ve diğer ekiple çıkılan bir yolculuk gibi düşünüyorum. Ve oradaki yerimi kontrollü bir şekilde takip ediyorum. Hikayeci tarafım oyunculuğumu çok besliyor. Artı, rolümle ilgili sadece metni değil o metinle ilgili Türk ve dünya edebiyatında çıkan, ulaşabileceğim bütün kitapları okuyorum. Üç Maymun’daki patronu oynarken mutlaka Madame Bovary’yi okuyorum. Niye? Ya da Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni okuyorum. Niye bu adam tırnak içerisinde alt sınıftan birisiyle yatar, ya da bir kadın niye onu tercih eder kocası varken? Ya da bir kadın kendi mahvına sebep olacağını bile bile niye adamın paçasını bırakmaz? Yan okumalarla beslenen bir şey temelde. Mesela Yozgat Blues’da Mahmut Fazıl’ın çektiği filmde oynadım, Oblomov’u okudum tekrar. Yıllar evvel okuduğum kitabı tekrar okudum, çünkü adam bir Oblomov, başka bir ahlakın peşine düşmüş. Senarist arkadaş onu yazarken belki aklına geldi, belki gelmedi bilemiyorum ama benim aklıma gelmesi benim için daha önemli. Ben o kahramanın kimliğini oluştururken bir kolaj yapmak durumundayım çünkü öyle birisi yok. Biz onu yaşayan, kanlı, canlı biri haline getireceksek eğer bunun bir yerden beslenmesi lazım, bir sürü puzzle parçasını bir araya getirip minicik bir şey yaratmamız lazım ki o yaşasın ve seyirci bunu rahatlıkla algılasın ve emsin.
Bu sizin birlikte çalıştığınız yönetmen ve senaristler için çok büyük bir avantaj, sizin rolünüzü böylesine içselleştirebilmeniz ve farklı bakış açılarıyla o role bakabilmeniz fakat bir yerden egoların çarpışmasına neden olabilir. Bu noktada biraz sıkıntı yaşadınız mı?
Filmin sahibi, imparatoru yönetmendir. İkinci bir cümleyi kurmam onlar için. Filmin sahibi odur çünkü hatası ve sevabı da ona yüklenecektir, o bütün yükü taşıyacaktır. O kadar iyi biliyorum ki o çocukların, yani yönetmenlerin bir film çekme sürecindeki hallerini… Usturuplu bir şekilde, tatlı, tatlı, kenardan, kendim yorulurum onları yormam, söylerim derdimi kenara çekilirim. Beklerim, kollarım, yorgunluklarının üzerine hiç gitmem. Yönetmenin lafının üstüne laf söylenmez.
Sinema yönetmen sanatı. Bu kadar düşünen, bu kadar okuyan, bu kadar yazan bir insan olarak yolunuzun da yönetmenliğe çıkacağı beklentisine giriyor insan. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Sinema hevesim zaten yönetmenlik hevesi olarak başladı. Senaryo değil de ben eskiden beri öyküler, şiirler yazan bir insandım. Edebiyat dergilerinde falan gözükürdüm ama çekilecek bir film haline gelmiş senaryom hiç olmadı Üç Maymun’a kadar. İlk yazdığım, içinde yer aldığım senaryodur. Ama sinemaya olan ilk hevesim “Ben bir film çekmek istiyorum da nasıl çekerim ben bu filmi”, ya da “Bir film çekme olanağım olsa neyi çekerdim”le başladı benim sinemayla olan ilişkim. Seyrettiğim bir filmi “Ben olsam şöyle çekerdim” ya da “Yahu inanılmaz bir şey nasıl çekebilmiş bu filmi bu adam”… Bütün bu duygulardır beni sinemaya kışkırtan. 1990’da İstanbul’a gelme sebebim, hekimliği bırakışım, bütün bunların altında hep sinemaya yönetmen olarak girmek yani en azından kamera arkasından bir yerden başlayıp daha sonra kendi filmime doğru gitmekti. Fakat sektör o kadar parlak, “Hadi gel buyur” diyecek, seni maddi yönden tatmin edecek yükseklikte değildi. Bir süre sonra vazgeçtim ve özel sektör hekimliği yaptım 1990’dan 2003’e kadar. Ta ki Nazan (Kesal) Uzak’ta oynayacak sonra beni bir yere önerecek, sonra orada küçük bir rol alacağım sonra Nuri (Bilgi Ceylan) ile tanışacağız Nazan vasıtasıyla, sonra Nuri benim hikayelerimden etkilenecek ve ben senaryo yazmaya karar vereceğim… Ondan sonra benim yolum hem senarist, hem oyuncu olarak açıldı ve yürüdü. “Artık sektörde bir sürü tanıdığın var, bir sürü de şey öğrendin kendi filmini de yapmalısın” yönünde eleştiriliyorum etraftan. İşte karım… Tayfun Pirselimoğlu’yla bir filme başlayacağız. Son çekeceği filmde başrol erkek oyunculuğunu bana verdi. Onu bitirdikten sonra 2013 ortaları gibi yazdığım bir senaryo var onu temize çekip, son şeklini verip çekime hazır hale getireceğim inşallah onunla başlayacağım.
Konusu neyle ilgili?
Benim yazdığım şeyler kendi geçmişim, anılarım, arkama dönüp baktığımda bende kalanlara dair şeyler. Bu da böyle bir şey. Benim 2002 yıllarında yaşadığım üç, dört yıl süren politik deneyimim var, çabam var. Aday adaylığı meselem var yerel yönetimde. Hatta Üç Maymun’daki siyasetçi de onun kaybını, reddedilişini ve iktidarı tekrar bir kadın üzerinden arayışını yazmaya çalıştım. Biraz merkezinde o adamın olduğu ve bir iktidar mücadelesi, kendi içine dönük hesaplaşmalarını anlatan, siyasi yapıyı sonda götüren, ama önde o adamı hikaye eden bir senaryo.
Oynadığınız rollerde ağır, önemli konuları işlerken çok farklı, alttan alta bir espri veriyorsunuz. Bütün o ağır yapı içinde aslında sizin karakterleriniz o filmin tüketilmesine çok yardımcı oluyor.
Espri aslında o acıyı daha belirgin kılıyor. Birisi size derdini, başından geçenleri ağlayarak anlatırsa mı etkilenirsiniz? Ara ara gülerek komik bir şeyden söz eder gibi kendi yaşadığı o derin acıyı anlatırsa o acıyı çok daha yakıcı bir şekilde hissedersiniz. Çünkü aradaki o çelişki onu daha görünür hale getirir. Bu filmlerdeki şeyler espri yapmak için yapılmıyor aslında ortada bir durumla ilgili bir konu var, seyirci bunu farkettiği zaman bizim asıl anlattığımız derdi, sıkıntıyı daha çarpıcı bir biçimde hissediyor ve onu bile, isteye kullanıyoruz. Bu son yazdığım senaryoda da çok var. Bir de ben gündelik hayatımda da ille komik tarafını ararım, bulmaya çalışırım.
Siz de söylüyorsunuz, sinemada Nuri Bilge Ceylan’la birlikte ortaya çıktınız ve neredeyse kült oyunculardan biri olarak kabul edildiniz. Kült oyuncu olarak kabul edilmek, hem de Nuri Bilge Ceylan’ın kült oyuncusu olarak kabul edilmek avantajlı bir şey fakat aynı zamanda da çalışılıp önüne geçilmesi gereken bir çizgi.
Sinemaya olan ilgim tabii daha önceydi. Pratik olarak Nuri Bilge’yle başladım ve bu büyük bir şanstı benim için çünkü onun zaten o güne kadar bir filmografisi vardı. Ben sanki biraz ona entegre oldum ve onunla birlikte yürüdüm. Fakat Nuri’nin filmlerinin dışında en az beş, altı yönetmenle çalıştım. Ve hatta Üç Maymun’dan hemen sonra Vavien’de oynadım. Ki benim çok önemsediğim iki kardeştir onlar, Taylan kardeşler. Önleri çok açık, sinemayı çok iyi bildiklerini biliyorum ama sanki biraz kendilerine dizilerden zaman ayırmaları lazım. Onlardan yeni filmler bekliyorum. Hatta kulağım hep şeyde “Yağmur arayacak da bana bir senaryo gönderecek”. Vavien’in en güçlü yanlarından birisi çok güçlü bir senaryosunun olmasıydı. Sonra Tayfun Pirselimoğlu’nu çok önemsiyorum, ondan çok şey öğrendim. Saç’ta bir miktar izledim ama inşallah yeni filminde daha çok şey öğreneceğim. Mahmut Fazıl’ın ikinci filmi olmasına rağmen ondan Yozgat Blues çekimlerinde çok şey öğrendim ve Ali (Aydın) ilk filmini çeken bir yönetmen gibi değil kendi dilini oluşturmuş, ne istediğini bilen bir yönetmen. Değişik yönetmenlerden, onların kamera arkasındaki tarzlarından, daha sonra kurgu masasındaki tarzlarından çok şey biriktiriyorum. Bunların hepsi dağarcığımda yer ediyor ve kendi hikayemi anlatma açısından ve çekebilirsem kurgulanması açısından daha çok şey katacak diye düşünüyorum. Her oyunculuk deneyimi beni bir sonraki şeye daha güçlü kılıyor. Öğrenerek ve biriktirerek giden biriyim. “İş olsun bunu savuşturayım, bu dert gitsin başımdan” gibi yaşamıyorum. Ve her yönetmenin oyuncu yönetiminde, her karakterin filmin bütünü içindeki akışından inanılmaz deneyimler ediniyorum ve bunun hem yazarken, hem oynarken hem de daha sonra çekecek olursam çekerken çok işime yarayacağını düşünüyorum. Emin olun bütün bunların hepsi birbirini besleyen, birbirini üreten şeyler. Bu anlamda çok şanslıyım. Yazdığım için yazabildiğim için iyi senaryoyu çabuk algılıyorum. Senaryoyu iyi analiz ettiğim için bence oyunculuğumu da besliyorum. İyi oynuyorsam ki abartmadan, rol yapmadan ortaya bir şey koyabildiğim için de yönetmenle çok iyi bir bağ kuruyorum. Kamera arkasında kendimi kontrol etmeye sürekli müsaade edilen birisiyim sağolsunlar. Çoğu yerde pek yapılmaz bu. Ben neyi çekmişsem, neyi oynamışsam mutlaka içimize sineceği kadar yönetmenle konuşarak en iyisini arıyorum. Kendi önerilerimi de söylüyorum. Senaryoda yazılanın dışında şeyleri de oynuyorum. Take diye tabir edilir ya o tekrarlarla ilgili… En son Yozgat Blues’da, diyelim ki 16 kez take yapmışız içinden en iyisini seçecek kurgucu. Her take aynı şeyin tekrar oynanması değil midir; bende öyle olmuyormuş, öyle diyor kurgucu. “Ercan Ağabey bu sefer ne oynadı” diye bakıyorlarmış. Her take’te ben başka bir adam yapıyormuşum. Öyle bırakıyorum onları diyorum “Siz içinden seçin” diyorum.
Bütün yaşamınıza, biyografinize baktığımızda sürekli bir farklılaşma çabasında olduğunuz görünüyor. Bu kadar farklı işi yaparken, içselleştirirken bu kadar farklılaşmayı nasıl sağlıyorsunuz? Üniversitede siyasal bilgiler, diş hekimliği okumuşsunuz sonra tıbbı bitirmişsiniz, Sorbonne’da eğitim… Bunların her biri insanın hayatının tümünü isteyen şeyler. Üstünde düşünmek, üretmek, onun savaşımını vermek gerek. Bunların hepsini birden nasıl yapabildiniz?
Düğmeye ilk basan hekimlik. Enteresan bir meslek, insanla çok ilişkili, birebir. Hasta size herşeyini anlatır. Herşeyini anlatırken aslında kendi sosyal hikayesini de anlatır. Nerede oturduğunu, kaç çocuğu olduğunu, sigortalı olup olmadığını, evinin tapu sorunu olup olmadığını. Herşeyi alabilirsiniz eğer onu dinlemeyi bilirseniz. Ondan sonra siz onun artık sadece reçete yazan bir hekimi değil de bir ağabeyi, bir komşusu, bir dertdaşı gibi olursanız ancak size güvenir ve ilacınızı kullanır, en azından telkin yoluyla kendisini iyi hisseder. Hekimlik aslında bir sanattır bir meslek değildir. Bizde hala tababet şuaabat sanatı diye geçer yasadaki ismiyle. Hakikaten bir sanattır, hastayla iletişim kurma sanatıdır yaptığınız şey. Ne olacak kuş konduramazsınız ki, ne yapabilirsiniz en fazla, sizin artınız en fazla ona güven vermek, ona dokunmak, şefkat göstermek, onun kendisini iyi hissetmesini sağlamaktır. Bunu keşfettiğim zaman kocaman bir dünya açıldı benim önümde. Ve çok şanslı olduğumu gördüm. Bir de “Doktor Bey”siniz, başkalarından bir sıfat öne çıkıyorsunuz. Taşrada zaten herşey sizin önünüze açılır. Bürokratlar size farklı bir duyguyla bakarlar, biraz belki kıskanırlar ama size saygı gösterirler gibi… Tarihsel olarak da bu böyle. Ben bunu farkettikten sonra çok rahatladım ve öyküyü yazarken, oyunculukla ilgili neleri seçip neleri oynayacağımı araştırırken, senaryoda kahramanlar oluştururken hep gittiğim yerler, konuştuğum insanlar, bana gelen hastaları aldım. O muhtardaki olay (Bir Zamanlar Anadolu’da) benim bizzat yaşadığım bir şey. Bir köy yardımlaşma derneğinin muhtarlık yapmış başkanının kendi köyüne morg yaptırmayla ilgili bana anlattığı hikayeyi yazdım ben. Yazdım ve oynadım. O cümleleri bana o söyledi. Adam gitmiş gelmiyor 10 yıldır, adamın anası babası ölecek de gelecek. Adamın babası ölmüş “Abi gömme”, “Neyi gömmeyeceksin lan”, “Gömme abi öpücem”, “Adam kokuyor” diyor “Neyi gömmeyecen”. İşte bunu bana böyle anlattı Giresunlu, Alucralı bir adam. Bu cümlelerle, bu tarzda anlattı. Ben bunu bu şekilde oynadığım için seyirciye geçti. Ben onu bir yerden uydurmadım ki. Ben sadece gördüğümü aldım ve onu yaşanır hale getirdim.
Biraz da Yeni Sinemacılar’ı konuşmak isterim. Türk sinemasında Yeni Sinemacılar farklı bir yerde duruyor ve Türk sinemasını şekillendiren unsurlardan biriler. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sinema bir sektör. Parayla çok içiçe. Başka sanat dallarından daha fazla paraya ihtiyacı olan bir dal. Evinizde resim yaparsınız, kimse roman yazarken sizden para istemez, şiirinizi istediğiniz gibi yazar yayınlatırsınız, ya da yayınlatmazsınız, tiyatro için bile hatta kolaylıklar var. Ama sinema bambaşka bir şey. Kendim çeker, kendim evde seyrederim, kendim yaparım dediğiniz zaman mesele yok. Ama ortaya çıkmasını istediğiniz zaman inanılmaz paralar çıkıyor. Ve sinema bir yapım, bir proje haline dönüşüyor. Bir film yapmak baştan sona bir çok faktörün, oyuncunun, ekonomik ve sosyal anlamda bir çok aktörün bir araya geldiği bir şey oluyor. Senarist olacak, yönetmen olacak, ekip kurulacak, ışık, ses, filmin postprodüksiyonu, sonra bunun bir alana çıkması, gösterim şansı bulması ya da bulmaması… Bütün bunlar giderek neye dönüştürüyor sinemacıyı, yapımcıya esir olan, yapımcının doğal olarak piyasaya, piyasanın adamına esir olan sinema anlayışına dönüştürüyor ki bunun en iyisini yapıyor zaten Amerikalılar veya Avrupalılar. Bunun karşısına bir şey konulabilecek mi? Yeni sinemacıların biraraya gelip belki de ilk bu derdi paylaşmalarının sebebi bu olmuştur. Bütün dünyanın paraya endekslendiği bir çağda sadece para olmayan bir yapım, yapımcı ilişkisini kurma cesaretini oluşturdular diye düşünüyorum. Bu çok takdir edilesi bir şey.
Türk sinemasını şekillendiriyorlar ve bu konuda bazen eleştiri de alıyorlar. Mesela Adana Altın Koza’da Yeraltı varken Babamın Sesi kazandı. Benim açımdan Babamın Sesi Yeraltı’yla karşılaştırılamaz. Farklı kulvarlarda filmlerdi. Ve Babamın Sesi’nin kazanmasının nedenlerinden biri Yeni Sinemacılar’ın verdikleri destekti.
Babamın Sesi’ni seçen jüriyle Yeni Sinemacılar’ın bir ilgisi yok ama. Geriye doğru baktığımda Zeki de (Demirkubuz) ilk dönemlerinde Yeni Sinemacılar’la birlikte hareket etti diye biliyorum. Yeni Sinemacılar ne kadar şekillendirebilirler ki? Sinemayı para şekillendiriyor şu anda. Bu çocukların yaptığı şey hala başkalarının çok kıymet vermediği hikayelerin sahipliğine sıvanmak. Eleştiriden daha çok takdir duygularıyla bakıyorum. O da olsun, bu da olsun. Ama jürilerin kararlarında özgün olduğunu düşünüyorum. Yakınlarda ben de Oscar jürisiydim…
Beraberdik.
Bakar mısın? Orada biz dört kişi Yeraltı dedik, sekiz kişi Ateşin Düştüğü Yer dedi. Sen şimdi Babamın Sesi’yle Yeraltı’nı karşılaştırıyorsun, ben Ateşin Düştüğü Yer’le Yeraltı’nı nasıl karşılaştırayım… Jüri üyelerinin beğenisine yönelik bir çaba bu. Ben de orada iyi sinemadan vazgeçmek istemedim. “Lanet olsun diyorum Akademi Kurulu’na zaten seçmeyecekler, bunu da seçmeyecekler hiç olmazsa doğru düzgün bir film gitsin” diyorum. Jüriye hiç bakmıyorum. Siz verdiyseniz filminizi hiç sesinizi çıkartmayacaksınız. Ama şunu takdir ediyorum, biliyorum ibadullah para yok, ne hallerde çıktıklarını biliyorum. Ona rağmen bu hikayeye sahip çıkmaları vicdanıma çok insanca geliyor. Bence direnmek lazım hala çünkü. Bence şöyle bir yere gidiyor, bırak film yapmayı, diyelim ki becerdik paralı, parasız çıkarmayı, filmi gösterecek bir yer kalmayacak kısa bir süre sonra. Yeni sinemacılığın, bağımsız sinemanın bir süre sonra kendi salon çabasına da girme zorunluluğu ortaya çıkacak.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Ulusal bir sinema dili kavramına inanıyor musunuz? Bir İran sineması, bir Fransız sineması, bir Türk sineması… Bunların kendine özgü farklı sinema dilleri olduğuna inanıyor musunuz? Eğer inanıyorsanız Türk sinemasının bir dili var mı?
Sinemanın dilini yönetmen oluşturur. Nuri Bilge Ceylan’ın daha çok yurtdışında takdir edilmesinin altında yatan kendisine ait bir dili oluşturabilmiş olmasıdır. Türk sinemasının dilinden çok, Türk sinemasının senaryosunun, kullandığı öykünün malzemesinin bize ait bir malzeme olması, ulusal bir malzeme olması gerektiğine inanan birisiyim. 1960’lı yıllardaki sinema konuşmalarına, tartışmalarına baktığımız vakit ulusal sinemanın, milli sinemanın konuşulduğu yıllardır. Metin Erksan, belki Lütfi Akad da o dönemin içerisine girer, Duygu Sağıroğlu belki, Memduh Ün… O konuşmaların, milli sinema konuşmalarının yaptığı süreçte yaptıkları filmlere baktığında şunu farkediyorsun; Türk edebiyatının en köşe taşı isimleri senarist olarak hikaye yazıyor. Yaşar Kemal sürekli koltuğunun altında senaryo ile gezen bir adam. Orhan Kemal’le çalışmışlar. Şimdi bizim dizicilerin yeni farkettiği Orhan Kemal’le. Ya da Metin Ağabey Peyami Safa’yı, Necati Cumalı’yı, Fakirt Baykurt’u sürekli olarak senaryolaştırmış. Şimdi böyle bir çaba yok. Niye yok? Metin Erksan’la yaşarken çok içiçe dostluğum vardı. “Şimdi çekmek istesek, çıksak senle, neyi çekmek istersin” derdim, “Sait Faik” derdi. Ben hep arkadaşlara kendimi ihbar ediyorum. Benim masamın üzeri, Sait Faik’lerle, Reşat Nuri’lerle, Memduh Şevket Esendal’larla, Sabahattin Ali’lerle dolu. Ben bu insanları tekrar tekrar okuyorum. Artı yeniler. Çok parlak inanılmaz yeniler var Ayfer Tunç var, Murat Uyurkulak var, Ahmet Büke var, Yavuz Ekinci var. O kadar canavar çocuklar ki. Hasan Ali Toptaş var. İhsan Oktay Anar var. Yani dönüp dönüp diyorum ki, “Niye bu çocukların hikayelerini senaryo yapmıyor arkadaşlar, niye bununla uğraşmıyorlar, niye bunlar konuşulmuyor?” Türk edebiyatına, kendi öyküleme geleneğine, kendi edebiyat geleneğine, kendi hikayeciliğimize, kendi romancılığımıza bakıp bunlardan kurarsak tekstlerimizi zaten o bir Türk sineması olur. Yönetmenlik bir dil meselesi, bildiğin bir şey vardır, teknolojiyi yeniden keşfedecek halin yok ki. Neticede malzeme aynı, ışık aynı, kameranın açısı aynı. Bence kullandığınız sizin derdinizdir belirleyici olacak olan.