32. Adana Film Festivali’nde izleyip çok etkilendiğim, sonunu filmi izlemeden öğrenmeme rağmen hep bir umut ışığıyla, belki de öyle olmamıştır diye izlediğim ve ayrıca yazmak istediğim bir film oldu Sepideh Farsi’nin Put Your Soul on Your Hand and Walk /Yüreğini Eline Al ve Yürü filmi…
Film Filistinli güzeller güzeli, savaşa rağmen yüzünden gülümsemeyi eksik etmeyen Fatem’in ağzından dökülen, yaşanan trajediyi anlatan bir günlük adeta. Şimdilerde ateşkes söylentileri var, İsrail böyle bir anlaşmaya imza atmasına rağmen bombalamaya devam ediyor, neden diye sormadan edemiyorum. Hep söylerim yönünü doğaya, barışa çevirmiş biri olarak insanlığın teknolojiyi dünyayı daha da yok etmek üzerine kurduğunu görüp şaşkınlıkla izliyorum. Altını üstüne getirdiğimiz dünyada İsrail’in soykırımla sınanmış bir ülke olarak soykırım yapması zaten ayrı bir trajedi. Neyse filmimize dönelim, Fatem’in gözleri her şeyi anlatıyor zaten bizlere.

Sonuçta karşımızda görüntülü telefon görüşmelerinden oluşan bir film var, arada foto muhabiri bazı yerlerde Fatima deniyor, ben Fatem demişim öyle devam ediyorum, görüntüler giriyor araya. O yüzden izlediğimiz şey gerçek, belgesel ve kurgu sınırlarını dolaşan, bulanık bir algı deneyimine dönüşüyor. Kamera kayıtlarıyla onu kanlı canlı izleyişimiz ama gerçeğin yüreğimizi tutan eli bu deneyimi güçlü bir ağıt yaratıyor zihnimizde!
Belleğimizi kurcaladığımızda savaşın yıkıcı gücünü anlatan o kadar çok film var ki, 2019 yapımı For Sama örneğin, Suriye’de iç savaşın içine uzatılmış kameradan yansıyanları, ölüme alışmanın trajedisini gerçekçi bir algıyla önümüze getiren bir belgeseldi. Aynı şekilde Five Broken Cameras, Emad Burnat’ın yine bir İsrail işgalini anlatmak için hasar gördüğü için değiştirmek zorunda kaldığı beş kamerasıyla kayda aldığı görüntülerden oluşan bir belgesel. Onu film haline getiren ise İsrailli yönetmen Guy Davidi oluyor. Cafer Panahi’nin ev hapsindeyken çektiği Bu Bir Film Değil filmi de gerçeklerin üzerini kalın harflerle çizen, İran rejiminin muhaliflere karşı yarattığı esaretin etrafında dolaşan etkili bir belgeseldi. 2014 yapımı Born İn Gaza’da on tane Filistinli çocuğun savaştan nasıl etkilendiklerini anlatan etkili bir yapımdı.

Bu filmin farkı abluya alınmış, kıstırılmış bir halkın sesi olmaya çalışan Fatem’i kendimiz arıyormuş gibi hissetmemiz. Telefon biraz uzun çaldığında ne oldu acaba, o telefon bir daha açılmayacak mı diye yüreğimiz ağızımızda izlediğimiz, açıldığında rahatladığımız ama Fatem’in her geçen gün daha da tükenen gücüne tanıklık etmek zorunda kaldığımız, başka bir coğrafyada olsa bu enerjisiyle ne kadar güzel işler yapacağını düşündüğümüz… Düşünüp düşünüp kahrolduğumuz… Film bir yandan da sadece bireysel bir dram anlatısı değil, koca bir Filistin halkının tek yürek olup yaşadığı baskı, savaş ve direnişi görünür kılma çabasının yansıması, bir ses olma misyonunun hakkıyla yerine getirilmiş bir hali… Burada yönetmenin rolü, her daim pozitifliği bazen sorgulanabilir ama o da yapabileceği en iyi hamleyi yapıyor sanırım, umut aşılamaya, çölde bir vaha olmaya çalışıyor, sinemanın yapabileceği ses olma, görünür kılma misyonunu yerine getirmeye çalışıyor. Filmin güçlü bir tanıklık hamlesi sunduğu aşikar, seyirciyi de taraflara karşı belli bir yakınlık uzaklık çerçevesinde, eleştirel bir noktada tutma becerisi ortaya koyuyor. Sabit kamera, gündelik hayatın kaydı gibi durumlar tekdüze bir algı yaratabilir, görsel olarak bir eksiklik hissedilebilir ama Fatem’in ses olma çabası, enerjisi, güzelliği ve en önemlisi Cannes’a gidebilecekken gidememesi çok yaralayıcı, isyan ettirici bir sona yaslıyor seyirciyi. İsmi de çok güzel, yüreğimiz ağzımızda deriz ama burada korkunun yerini başka bir cesaret, başka bir yaşam sevinci almış. Ah Fatem ve binlercesi keşke elimizden bir şey gelseydi.,






















