SERDAR AKBIYIK

Güzel Günler Göreceğiz filminin iki başrol oyuncusu Nesrin Cavadzade ve Buğra Gülsoy töre filmlerinin yeni bir bakış açısı kazanması gerektiğini söylediler.

Güzel Günler Göreceğiz, töre kurbanı bir genç ile Türkiye’ye yolu düşmüş Rus bir kadının rastlantılar ve acılarla dolu hayatını anlatıyor. Son dönemlerin iki iyi ve önemli oyuncusunun buluştuğu filmle ilgili sorularımızı yönelttik. Nesrin Cavadzade oynadığı Anna rolünü her anne olan kadının içinde hissedeceğini söyledi. Buğra Gülsoy ise filmdeki karakterinin umudu hissetmesinden çok etkilendiğini söylüyor ve “Güneşli günler görürüz. Motorları maviliklere süreriz. Star okuyucularına sevgilerimi yolluyorum” diyerek sözlerini bitiriyor…

Senaryoyu okuduğunuzda sizi bu filmde olmanız için ikna eden şey ne oldu?

Buğra Gülsoy: Senaryoyu ilk okuduğumda özellikle yönetmenin hayat görüşü, dünyaya bakışı, anlattığı derdi kendiyle ne kadar uyuşuyor ona dikkat ederim. Sinema bir dert için yapılıyor çünkü. Derdi, hayat felsefesi ne kadar benimle örtüşüyor ona bakarım. Eğer benimle örtüşüyorsa zaten baştan 1-0 öndeymiş gibi okurum senaryoyu. Daha sonra karakter üzerinden okurum. Dolayısıyla Tolga ve Emre’nin senaryosunu okurken özellikle bu anlattıklarım çok ilgimi çekti. Benimle, benim düşüncelerimle örtüşen bir şeydi. Karakteri okuyup sevdikten sonra da içinde bulunmak istedim.

Nesrin Cavadzade: Ben senaryoyu okur okumaz oynadığım karaktere aşık oldum. Çünkü zamanında benim de bir uzun metraj film senaryom vardı. Bakanlığa başvurdum kabul edilmedi, desteklenmedi. Senaryonun değil de karakterimin benim senaryoma çok benzeyen tarafları vardı. Karakter birebir benzemiyordu ama benzer duyguları taşıyordu. O duygularla çok kolay özdeşlik kurabileceğimi düşündüm. Çünkü ben de annemle yabancı bir ülkede, 11 yaşımda hayata sıfırdan başlamak zorunda kaldım. Tabi ben çok şanslı bir göçmenim. Türkiye’nin en iyi okullarında okudum, en iyi liselerini bitirdim. O anlamda değil ama yabancı olma duygusu, ötekileştirme hali gibi şeyler çok benziyordu. Oynadığım karakter çok öfkelenen, öfke dolu birisi ama bunu çok derinlere gömmüş. Bir türlü patlayamayan, dışarı yansıtamadığı bir öfkesi var. Beni bir yerimden yakaladı. Anna olmayı çok istedim.

Film töreyi odağına alıyor ama çok da naif bakıyor aslında. Özellikle Buğra’nın karakteri Türk sinemasında çok bilinen bir erkek profili değil. Her ne kadar durağan, sessiz, duygulu karakterler olsa bile Cumali duygularını hepsinden daha fazla yaşayan bir adam. Erkekliğini önüne koyup da duygularını arkaya atmıyor. Bu senaryonun gereği miydi, yoksa senin kattığın bir şey miydi?

Buğra Gülsoy: Evet Cumali karakteri bizim ülkemizde olan bir karakter ama karakterde yansıttığımız şey olması gereken. Birilerinin düşünceleri Cumali’yi etkiliyor ve kardeşini öldürerek bir namus cinayeti işliyor. Bundan sonra hapiste bunun iç hesaplaşmasını yaşıyor. Namus cinayeti bir gerçektir. Ülkemizde hala yaşıyoruz ama film olması gereken bu olmamalı diye anlatıyor. Dolayısıyla biz Cumali karakteri üzerine Tolga’yla çok konuştuk. Üzerine konuştuktan sonra da bazı sahneleri değiştirmeye, karakterin duygularını yansıtma açısında farklılıklar denemeye karar verdik

Anna’da Türkiye’ye para kazanmak için gelmiş, kendi ailesel problemleri olan fakat sonunda bir çocuk için her şeyi riske eden, sıfırlayan bir karakter söz konusu. Bu dönüşümü mantıklı buluyor musunuz?

Nesrin Cavadzade: Anna kahraman olmaya en çok yaklaşan, gerçekten kahramanca hareket eden bir karakter olarak duruyordu. Anna başından beri kahraman olmaya yakındı. Bir de bana rol tariflerinde en çok söyledikleri şey Anna’nın anaç olduğu, annelik duygularının çok olduğuydu. Dolayısıyla ben kendi içimde o dönüşümü buldum. O çocuk, hangi kadının elinde kalsa onu kurtarmaya çalışırdı. Bu bir kadın için anlaşılabilir bir duygu.

Buğra Gülsoy: Bir de aslında bütün karakterler kendilerini var etmeye, bir şekilde yırtmaya çalışıyorlar. O hayatın içinde insan kendini umutla var eder. Dolayısıyla karakterlere bu açıdan baktığında karakterler yaşıyorlar.

Filmin bazı çıkmazları var. En başta töre filmi olması bir çıkmaz. Töre Türk sinemasında her yönüyle çok fazla işlenmiş. Dolayısıyla bunun üzerine bir şey yaparken yeni bir şey koymak çok zor. Bu tür yenilikleri çekimlerle, teknikle veya oyunculuklarla mı yapabiliriz? Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Buğra Gülsoy: Evet, sürekli töreyle ilgili filmler yapılıyor ama ya katil açısından bakılıyor ya kurban. Belki de töreyi yapanlar üzerine, bütüne bakan bir film yapılabilir. Bu da değişik bir bakış açısı yapar. Mesela bir suç filmi yapılır, katil ve kurbanın üzerine gidilir. Ama olaya tanık olan birinin hayatı üzerine yapılırsa değişik bir şey olur. Bence bu tarz yeniliklere ihtiyaç var.

Dizi oyunculuğu, sinema oyunculuğu farklarını biliyoruz. Sizin açınızdan en belirleyici olan şey aldığınız geri dönüştür. Sinemadan aldığınız geri dönüş ile diziden aldığınız geri dönüş arasındaki fark nedir?

Buğra Gülsoy: Keşke imkanımız olsa da sadece sinema ve tiyatroyla uğraşabilsek diye düşünüyorum. Tabi ki dizideki karakterleri, dizideki hikayeleri de kabul ederken kendimizle özleştiği için, beğendiğimiz için kabul ediyoruz ama dizi sonu olmayan bir şey. Sinemada bir dünya var ve o dünyayı bitiriyorsunuz. Bir karakteriniz var ve o karakteri doyuma ulaştırıyorsunuz, tamamlıyorsunuz. Bunun üzerine çalışmalarınızı yapıyorsunuz ve bir noktaya ulaşmış oluyorsunuz. Tiyatro da öyle ama dizide bir dizi olay var. Arkası, sonu gelmeyen karakteri devam ettirmeye çalışıyorsunuz. Dolayısıyla benim için sinemadaki, tiyatrodaki geri dönüş diziden çok daha önemli.

Nitelik açısından fark büyük. Dizide oyunculuk yaptığın zaman tanınırlığın, insanların sana ilgisi tiyatro ve sinemada olduğundan daha fazla.

Buğra Gülsoy: Ben çok öyle olduğunu düşünmüyorum. Televizyonun içinde ne kadar yer alıyorsan, insanlar seni o kadar sinema ve tiyatroda izlemezler. Çünkü zaten onların evlerine giriyorsun. Birçok da örneği var ülkemizde. Zaten sinema ve tiyatroya pek gitmeyen bir toplumuz. Bunun zamanında oluşturulması gerekiyordu. Toplum içinde sanat eğitiminin de oluşturulması gerekiyordu. Şimdi televizyon karşısında izleyici beni zaten görüyor. Bir sonraki dizide, ondan sonraki dizide tekrar tekrar görecek. Sinemada, tiyatroda neden para verip izlesin.

Nesrin Cavadzade: Ben çok uzun bir süredir oyunculuk yapıyorum. Bu süreye nazaran çok az dizide oynadım. Dolayısıyla kendimi sinema oyuncusu olarak, sinemada daha önemli işler yapmış birisi olarak görüyorum. Bir oyuncunun sadece televizyonda var olarak çok iyi bir oyuncu olabileceğini düşünmüyorum. Televizyonun gerçekten kattıklarının yanında götürdükleri de olur. Televizyonda ödünler vermek zorundasın. Çok kısıtlı bir sürede film bitiriyorsun. Nasıl ki ışık fazla beklenmiyorsa, nasıl ki reji muhteşem mizansenler kurmuyorsa, nasıl ki sanat yönetimi her şeyi aceleye getiriyorsa aynı şekilde oyunculuk da aceleye geliyor. Televizyonda zamansızlıktan gelen bir tahammülsüzlük var. Kimsenin fazla tahammülü yok.

Önümüzdeki yıl İstanbul ticaret odasının yaptığı bir düzenlemeyle İstanbul film marketi olacak. Sinema filmleri, en çok da televizyon dizileri pazarlanacak. Türkiye için çok önemli bir şey bu. Yurt dışında film pazarlamak isterseniz dizi süresi 40 dakika veya 45 dakika. Bizim 90 dakikalarımızya ikiye bölünüyor ya da kurgulanıyor. Böyle büyük bir pazar açıldığı zaman bu bir çözüm olmaktan çıkacak ve Türk dizileri de aynı standartlara düşmek zorunda. Bunları takip ediyor musunuz?

Buğra Gülsoy: Evet ben takip ediyorum. Avrupa’daki Amerika’daki seriler bir sinema filmi olarak çalışılıyor. Sen karakterini alıyorsun. On üç bölüm çekiliyor, herkes işini yapıyor, on üç bölüm bitiyor, ondan sonra satılıyor. Bizde öyle bir şey yok. Biz hala daha 120 dakika iş çekiyoruz. Bizim aynı gün yayınlandığımız bir dizi 120 dakika ve ondan daha önce bitme şansımız yok. Geçen sene herkes ayaklandı, dizi süreleri indirilsin dendi ama sonuç alınamadı.

Son olarak Star okuyucularına filminizle ilgili söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Buğra Gülsoy: Yani inşallah güzel günler görürüz. Güneşli günler görürüz. Motorları maviliklere süreriz. Star okuyucularına sevgilerimi yolluyorum.

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.