SONY DSC

Banu Bozdemir

Nefes filmindeki yüzbaşıdan sonra kafaların ona çevrildiği, herkesin acaba asker mi yoksa oyuncu mu diyerek bir anda olsa kuşkuya düştüğü Mete Horozoğlu’yla Galata’nın Arnavut kaldırımlı sokaklarında, Doğan Apartmanı’nın hemen karşısında buluştuk. Konudan konuya atladık, en fazla politika konuştuk, Nefes aldık, Vay Arkadaş Dedik, Kavşak’lara daldık. Ortaya heyecanlı, cesur ve sempatik bir röportaj çıktı… İyi okumalar…

Oyuncu olarak hayatı başka türlü algılıyoruz derken…
Yani oyuncu hayatı başka yönünden algılar. Aslında her meslek için geçerli. Doktor da farklı yönünden algılar. Oyuncu kişisi de değişik bir kişiliktir.
Egosantrik midir gerçekten…
Evet öyle olmasa sahneye çıkamaz ki zaten. Ama çok değişik. Ben hayatımda o noktayı dengelemek için büyük bir zaman harcıyorum. Oynamak için çok büyük, yaşamak içinse çok düşük bir egoya ihtiyacınız var. Sahnedeki egoyu hayata yansıtırsam insanlarla ilişkim farklı oluyor, insanlarla olması gereken egoyu sahneye yansıtırsan o zaman da sönük bir şey çıkıyor. Ömrüm boyunca da çözebileceğimi sanmıyorum.
Siz bunu çözedurun bir yandan da sizin bir durakta görülme hikayeniz var. Niye bu kadar şaşırırlar ki… Bir yandan yakın olma isteği var bir yanda da şaşırma duygusu?
Belki orada görmek istemiyor, Kaf dağının ardında durumu yaratıyor belki de sanatçı için. Mesela sahne oyuncusu en değerli oyuncudur benim yaptığım gözleme göre. Sahneden tanıyorsa seni pek yanına yaklaşamaz, uzaktan bakar. Sinemadan tanıyorsa mesafe biraz daha kısalır ama televizyondan tanıyorsa çat diye gelip ensene vurabilir. Bunların hepsi yaşanmışlıklarla alakalı. Malı aldığı yere tavrı değişiyor insanın. Sanat kutsaldır sözü seyirci ile icracı arasındaki ilişkiden kaynaklı.
Herkes genelde dizilerle parlıyor ama sizinki bir sinema filmiyle oldu?
Keşke tiyatroyla ünlü olsaydım. (gülüşmeler)
Evet herhalde herkesin yani büyük bir kesimin isteği o. Mesela koskoca Tuncel Kurtiz’in tanınması bile Ezel sayesinde oldu.
Edebiyat için de aynı şey geçerli. Aşk- Memnu’nun kitabı çıkmış geyiği var mesela. Gerçek mi değil mi bilmiyorum ama iyi bir örnekleme. Biz edebiyatçıya da aynı değeri veriyoruz. Edebiyatçılara yapılıyorsa bize haydi haydi… Evet, sinema filmi (Nefes) sayesinde daha fazla insan tarafından tanındım, kitlemi genişlettim. Tiyatrodan kaynaklı 10-20 bin kişi tanırken, bir anda milyonlara ulaştı…
Rolünüz de çok güçlüydü. Çok geniş bir seyirci kitlesi oldu, gençler değil de herkes gitti sinemaya. O yüzbaşıya nasıl hayat verdiniz. Dünya sinemasında bile örneği az bir oyunculuk. Patton filmindeki George Scott kadar iyiydiniz. Nasıl bu kadar başarılı oldunuz?
2003 senesinde ileri oyunculuk diye bir lisans deney programı yaptık. Çetin Sarıkartal’ın düzenlediği bir şeydi. Ezel Akay, Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Ayşe Lebriz ders veriyorlardı kendi alanlarında. Metod ve ruhani oyunculuk da vardı. O sınıfta Nadir Sarıbacak, Tansu Biçer, Öner Erkal, Nergis Öztürk vardı. Hepimize bir şey oldu, herkes iyi bir yere geldi. Sahne oyunculuğuyla sinema oyunculuğu arasında fark var. O teknikleri kullandım, Çetin Sarıkartal’la bunun konuşulması gerekiyor. Çok başarılı bir oyuncu kuşağı gelmek üzere devam ederse eğer. Anadolu insanında zaten bir oynama içgüdüsü var. Biz zaten hayatı oynarken yaşıyoruz batı insanından farklı bir şekilde. Oyunsuluk var bizim hayatımızda. O genleri seçerek ve daha iyi işleyerek aktüel hale getiriyorsun. Ben de soruyorum onu uzun zamandır nasıl oldu diye? Çünkü ben oynarken, o adamı gördüm. Komutanlar falan sordu. Hep beraber izledik. Spesifik iş yapıyoruz ya. Askerler ne diyecek merak ettim doğrusu. Gerçeklik olarak bayağı iyi notlar aldık. Komutan geldi bana ‘bizde misin’dedi. Kuleli’den misin, nereden biliyorsun bizim tripleri nereden biliyorsun dedi. Yok oyuncuk nanesi bizimki dedim. Metod üzerine çalışma diyorum buna. Uzun süren bir iş oldu. İsteyerek ya da istemeyerek. Uzun bir alıştırma süresi gerekiyor iyi bir şey için. Bunu anladık. Son zamanlarda çekilen filmlerde dört haftada bitirmemiz lazım diyorlar. Ama o süreç içinde sen anca oturtuyorsun rolü.
Evet başında ve sonunda oyuncu aynı değil oyuncu, şivesi falan…
Anca oturuyor karakterler, birbirlerine ısınıyor oyuncular. Biz de ön çalışma olarak bir tek okuma provası yapılıyor, eskiden o da yoktu. Kurabiye yiyerek, iki kelam okuruz. Çekim yaparcasına, kamera, sanat ve ışık ekibinin provasını yapabileceği bir hazırlık olmalı.
Nefes’in hazırlık aşamasını doğru mu buluyorsunuz bu durumda?
Biz hazırlık aşamasından çok daha fazla kaldık orada. Altı ay gibi bir sürede bitecekti film. Ama birtakım aksaklıklardan dolayı uzadı. Bilinçli bir tavırla uzamadı yani.
Bu film çıkmayacak, olmayacak duygusuna kapıldığınız hiç oldu mu?
Olmayacak mı acaba duygusuna hiç kapılmadım. O kadar olmama ihtimali ortaya çıktı oysa. 180 kutu filmimiz yandı. 25-30 günlük çekimlerin filmi yanmış, para bitmiş. Kemer’deydik, haber geldi. Derin bir sessizlik oldu. O an bile çekilemeyecekmiş hissine kapılmadım, şimdi düşündüğüm de bile. O bizim üstümüzde bir işti zaten, film kendi kendini çekti.
Evet bugüne kadar ki kalıpları yıkan bir yanı da var…
Uhrevi olarak inanılmaz hikayeler var. Bizim tüylerimiz diken diken oldu. Orada bir vadi var, intikal sahnesi çekiyoruz. Traktörle çıkıyorsun zaten. Çok güzel bir alan. Orada bütün gün çekim yaptık, mahvettik orayı. Sabah traktörle çıktık, sanki sanat grubunu orada bırakmışız da onlar sabaha kadar çalışmış. Kar yağmış, her şeyin üstünü örtmüş. Bir daha yağmaz denilen kar yağdı. Bu hikaye anlatılmalı ya. Bunca yıl neden anlatılmadı diye sorulması gerekiyor…
Cesaret, orta nokta, her şey var bu konuyu konuşmaktan, ortaya koymaktan ve film yapmaktan alıkoyan. Ama bu film bir sinema gerçekten de. Oyuncu oynadığı filmle ilgili bir misyon üstlenir mi sizce?
Eğitimde Haluk Bey’in söylediği bir şey vardı. Arkadaşlar kontrollü şizofreniyi öğrenin demişti. Kontrol eden iyi oynuyordur, oynayamayan hastanelik oluyordur, hatta hasta olduğunu kimse anlamaz, doktora da kendisi gider demişti.
Peki uç karakterleri oynamak gibi bir isteğiniz var mı?
Uç karakterleri oynamak kolaydır. Hayatı belli standartlarla yaşıyorsun. Onlarla işte alakasız insanları oynamak çok keyifli olur. O bir diktatör, eşcinsel, meczup, ruhani bir lider olur. Zaten oyunculuğun tadı o. Benden alakasız insanlar giriyor hayatıma. Belli bir süre misafir ediyorum onları.
Nefes filminden sonra yüzbaşı rolü üzerime yapışır mı diye çekindiğiniz oldu mu? Mesela Münir Özkul yıllardır Yaşar Usta’dır bizim için.
Yapımcılarda bitiyor iş. Hala sektör olamamaktan kaynaklı. Kes yapıştır yapıyor. Bu adam burada çok güzel durdu diyor. Görüşmeye çağırıyor ‘sen kimsin’ diye soruyor sonra. Adam 45 – 50 yaşlı yaşlarında, içine kapanık bir adam bekliyor. Öyle olmadığını görünce seni yerleştiremiyor. Oynuyoruz biz diyoruz… Bizim keyfimiz de orada. Aynı adamı oynamak garanti bir iş ama oyuncu farklılaşmak ister. Şimdi garantiye almak için oyuncu olarak genç bir yaştayız. Hep söylenir oyunculuk kırktan sonra oturur, hatta para kazanmaya da o yaştan sonra başlarsın diye… Oyunculuk biraz eziyetli bir meslektir. Yurt dışında da böyleymiş. Dustin Hoffman da aynısını söylemişti bir yerde. Demek ki dünyanın her yerinde böyle.
Vay Arkadaş: Manik, Tik, Dildo nasıl bir filmdir, sizin rolünüz nedir?
Üç tane arkadaş var. Varoşlarda yaşıyorlar. Biz Balat civarında çektik. Hayatın eziyet ettiklerinden diyebiliriz. Hayatı, ailesi, geleceği sorunlu insanlardan. Dildo’nun (benim) babası acilen rahatsızlanıyor, acilen para gerekiyor. Manik araba çalınmasına karşı ama araba çalmaya karar veriyorlar. Arabaların birinden ceset, birinden uyuşturucu çıkıyor. Vay arkadaş, her şey de bunların başına mı gelecek durumu oluyor. Komedi aksiyon. İyi koşturduk. Çekimler kısa sürdü. Benim için kısa tabii.
Manik, Tik, Dildo bitirim mahalle delikanlıları ve bu isimler de onların lakapları sanırım…
Manik hareket halinde biri, Tik’in tikleri var. Dildo’nun da kadınlarla arası iyi. Dildo vibratör demek. Bunu nedense erkekler daha çok biliyor, kadınları ilgilendiren her şeyle çok daha fazla ilgili olduğumuz için sanırım…
Filmdeki rol arkadaşlarınız da çok keyifli ve ünlü isimlerden oluşuyor. Nasıl bir sinerji oldu sette…
Biz erkek oyuncular çok keyifli olduk. Hepsi çok çalışmak istediğim oyunculardı. Rasim Öztekin’le baba-oğul oynadık mesela. Belki de tek tek yaşamam gerekirdi hepsiyle ayrı bir filmde ama bu film o anlamda da çok iyi oldu. Bütün keyifleri bu filmden aldım diyebilirim. Hepsi de ilk beş içinde alacak isimler. Yapım şirketi çok keyifli bir ekip oluşturdu.
Oyunculuk yapmak için İstanbul’da yaşamak gerekli mi? Sektörün kalbi biraz buralarda atıyor sonuçta?
Ne oyunculuğu yapmak istediğine bağlı. Sinema ve dizi oyunculuğu için İstanbul’da olmak gerekir ama tiyatro için gerekmez. Bölge tiyatrolarından yaşayan arkadaşlarımız var uzun seneler. O siyasi meselelerle birleşen uzun bir mesele ya. 70’lerden sonra bize bir şeyler oldu. Batılılaşma adı altında biz kısırlaştırıldık. 73’de seyirci sayısının 246 milyon olduğunu öğrenince dehşete düştüm. Şu anda 30 milyonuz. Sektör olmadık diyoruz ama o zamanlar sektördük işte. O zamanki filmlere bir bakıyorsun Münir Özkul’un Yaşar Usta zamanları… Ailenin geçim sıkıntısı, o döneme ait çok gerçekçi bir şey anlatıyor. Bir arada durmaya çalışıyorlar, zabıta ve polisi eleştiren filmler. Şimdi zabıta ve polisi o durumda göstermezsin diyorlar. Herkes o dönemde ülke meselelerinin içindeki filmlerde oynuyor. Belki doğu meselesi anlatılacak. Orada çözemediğimiz sorunlar var. Zaten sanat bu değil midir ki? Aylık abonman satılmış, herkes haftada beş altı kere sinemaya gitmiş demek ki o zamanlar. Ama niye? Onu anlatan hikayeler var, empati kuruyor seyirci. Şehirde başarı kazanmış, altında cip olan insanların hikayelerini oynuyoruz hepimiz. Münir Özkul’u hiç zengin, cipli adamı oynarken gördük mü? Asıl karakter orta sınıfı canlandıran oyuncudur. Sen o insanların derdini anlatmazsan niye gitsin ki sinemaya?
Hani birazda kendin gibi olandan uzaklaşma hali var ya, öyle denir yani…
Ne olmuş o dönem? Sony, WB firması girmiş ama kendi koşullarını ortaya koymuş. Sinemaları kapatıyoruz, klimalı salonlar yapacağız ama kendi filmlerimizi oynatacağız demiş…
Bilinçsizce yapmış olabilir ama Recep İvedik’in yaptığı da bu aslında. Beyaz adamı döver o.
Evet. Karşılığını buluyor orada. Hikayesi anlatılan insan dayak yer Recep İvedik’te. Kaba saba yapıyor ama karşılığını da buldu. Kültürel olarak hoşlanmıyorsan daha iyisini sen yapacaksın. Ama ne bu insanın hikayesini anlatmayı bıraktık biz. Bu meseleye tiyatrodan geldim. Tiyatroda arıza var. Ben tiyatroda her ülkeden insanın hayatını oynadım. Bir yandan da bana ne kardeşim Kübalının derdinden demek istiyorum. Benim Tarlabaşı’ndaki bu sorunu yaşayan insanım yok mu? Var. Niye? Türk halkının derdini anlatacağım dediğin zaman milliyetçi oluyorsun. Başka türlü yapalım diyorsun solcu diyorlar. Sıfatlar yerleştirilmiş. Garip bir mevzu var. Sanat yapmıyoruz. Bu insanları anlatmayı bıraktık. Benim işlerine aşık olduğum insanların hepsi hapis görmüş. Çünkü o sistemde doğruyu söylersen hapse gidiyorsun. Şimdi hangimiz gidiyoruz hapse. Sosyal olarak dert anlatmıyoruz, korkuyoruz. Bizi hepse atmazlar beki ama kazanımlarımızdan oluruz. Taviz vermeden bu işler olmuyor.
Bu sizin rol seçiminizi belirleyen ana unsurlar mı olacak?
Nefes’i seçmem öyle oldu biraz. Tiyatrodan tam ayrılma döneminde, ben bu memleketin derdini anlatmıyorum galiba derken, Nefes filmi geldi. Nefes filmi açılıma denk gelen bir film oldu. İki Dil Bir Bavul’u örnek gösterdim hep. Bu iki filmi al bir potada erit, işte açılım. Ya orada mesele var kardeşim. Her taraftan bu meselenin filmi çekilseydi. Dağdaki gerilla tarafından çekilseydi, neden dağa çıkıyor, başına neler geliyor?
Işıklar Sönmesin de onu yapmaya çalışmıştı zamanında?
Evet ama hiçbir şeye dokunamayınca derdini anlatamıyorsun işte. Bir şeylerden vazgeçince oluyor, o zaman da yasaklanıyor, içeri atılıyorsun. Atsınlar kardeşim. Oradaki insan nasıl anlatacak derdini? Gazete, dergi yok, sosyal bir dernek yok. Bir de sanatı aldığın zaman o insanın elinden kendini nasıl ifade edecek? Ya 40 senedir bu insanlar keçilerle yaşıyor. Dostluğu, kardeşliği, mahalle kültürünü yaşayabilsek bir sorun yok. Yurtta Sulh Cihanda Sulh bir önermedir zaten. Burada sulh olursa, her yerde sulh olur diyor Atatürk. Aslında beş bezimizin de bir arada olması için bir sebep olmayan, hakça, bir arada üreterek ve tüketerek yaşayan bir toprak parçası olduğunu düşün, yan ülkelerden gelip bunun sırrını sorarlar. Biz beceremeyeceğimiz için dünyada beceremeyecek. Bu kadar da önemsiyorum, Anadolu toprağını önemsememek aptallık. Sadece turizm yapsak, kimsenin çalışmadan para kazanabileceği bir ülkede yaşıyoruz. Dünyada böyle bir şehir, ülke yok. Siyasetçiye söylesen fikrini sana bir sürü gerçekçi şey söyler. Ben de sanatçıyım, hayal ederim yani. Hayal ettiklerimi benim sinemaya aktarmam lazım. Korkmadan, cesur bir biçimde.
Siz peki dert anlatan, mesele anlatan bir senaryo yazmak ister misiniz?
Valla çok isterim ama yetenek olmayınca da olmuyor yani. Ferhan Şensoy’la konuştum ben bunu. Gerçek tiyatro yapan adamdır bana göre. Sonradan Fransa’da akım haline gelen bir türde oyunlar koyuyor sahneye, seyirciye hiç ulaşmıyor. Bizim olayımız ortaoyunu diyor ve oradan gidiyor sonra. Mesele doğru bildiğini söylemek bence.
Askerlik yapmadınız, zaten o rolden sonra muaf bile olabilirsiniz? (Gülüşmeler) Peki süre giden savaş yüzünden askerlik yapma halini reddetme durumu olabilir mi?
Bu ülkede bir savaş olmasın tabii. Savaşı reddediyorum ben zaten. Kendi aramızda savaşmaktan imtina ederim ben. Subayı oynadınız doğuya giderseniz korkar mısınız diye soruyorlar. Tabii ki korkarım. Memleket için ölürüm o ayrı. Onu söyledim, benim arkadaş çevremde sorun yarattı. Sağcı bir söylem ya o. Sen ölmez misin kardeşim diyorum. Ya işte belli koşullarda diyorlar. Ben de onu diyorum, belli koşullarda. Ailen için ölürsün, o da memlekete dahil oluyor zaten. Ama buradaki mesele ne onu idrak etmek lazım. Eğer biz 40 yıldır memleket için ölüyorsak şimdiye kadar çoktan çözülmeliydi. Oradaki durum birtakım şeylere yaradığı için devam ettirilir duruma getirilmiş. Savaştan çok fazla para kazanılıyor bu da bir gerçek. Bu halk acı çekmiş ve sevgiyi çok iyi bilen bir halk. Bu sevgiye ulaşıldığında mesele kalmayacak. Sağ – sol çatışması böyleydi. Ne yaptık biz dedi sonra gençler. Hep beraber yaşayabiliriz umarım. Biz bir arada durmaya söz vermiş bir milletiz. Zorla bir arada değiliz ki!
Bir de Kavşak filminde oynuyorsunuz sanırım bu sene. Biraz da ondan bahsedelim isterseniz?
Konuk oyuncuyum ben orada. Selim Demirdelen çok sevdiğim bir abimdir. Senaryosu ona ait. İsmiyle müsemma, insanların kesişme noktası. Erkek – kadın kendi hayatlarıyla ilgili sorunlar yaşıyorlar. Sürprizli bir film. Alkolik bir adamı canlandırıyorum. Gazetede komutan alkolik oldu diye haber yapmışlar. Dildo’da ne yazacaklar bakalım. Dildo’yu kabul etmemin en büyük nedeni o rolün etkisi kırmaktı. Sektörel bir anlayışımız olmadığı için, yapımcılar hala rol olarak görmediği için oynadığımız rolleri. Kendim için en azından değiştirmek istedim. Yaş skalam böyle bir bünyede olmamdan dolayı çok geniş. 25-25 yaş arası, bir ruh çağırıp onu oynayabilirim gösterebilmek. Oyunculuk bu benim için. Yüzbaşıya benzeyen rolleri bir kenara bırakarak, Dildo karakteri çok hoşuma gitti bir de benim. Hiç düşünmeden kabul ettim. Senaryo üzerine çalışıldı, beraber olmayı, beraber çalışmayı çok seviyorum ben. Dikta şeklinde çalışmak çok hoşuma gitmiyor benim. Kaos yaratabilir bazen bu tabii.
Yönetmenler genelde müdahale istemezler ama…
Evet öyle ama, öyle değil işte. Karakter yaratacak olan da benim.
Sinema filmlerinde çalıştığınız yönetmenlerin tarzı nasıldı? Hepsi birbirinden farklı mıydı?
Hepsi farklıydı. Mesela Ezel abi (Akay) çok farklı ve başarılı bir adam ama nedense olmuyor. Seyirci olarak ben çözemiyorum. Hacivat ve Karagöz çok güzeldi bence. İnanılmaz bir masal, kendisi de Ezop zaten, iyi bir anlatıcı. Levent Semerci çıkan işten dolayı da çok değişik bir yönetmen.
Daha Avrupai bir bakışı var.
Montajı Almanya’da oturtmuş zaten. Ezel abi oyunculuktan gelen, şarkıcılık yapan biri. Selim abi (Demirdelen) çok naif kanalları olan, çok ince şeyleri görebilen, kadife bir ses tonu, fısıldar bir ses tonu var. Kemal abi (Uzun) çok can biri. Aksiyonu seven, size eşlik eden biri.
Sabahatin Ali’yi çok severmişsiniz. Ben de çok severim. Onun bir öyküsü Ayran öyküsü Karbeyaz diye filme çekildi…
Çok güzel, sevindim. Evet çok severim. Sonu trajediyle biten bir öyküdür. Zaten Sabahattin Ali’ye arkadaşları bu ne karamsarlık derler. O da aydınlık bir şey var da ben mi göremiyorum diye karşılık verir. Bütün hikayeleri çok yatkındır uyarlamaya. Kuyucaklı Yusuf tekrar uyarlanıyor sanki. Değirmen diye bir öyküsü vardır. Aşkla ilgili daha iyi bir hikaye okumadım ben. Yönetmen olsam, olabilsem onu çekmeyi çok isterdim. Dramatik yapısı çok sağlam öyküleri.
Yönetmenlik yapmayı düşünür müsünüz peki?
Şu an hiç aklımdan geçmiyor ileride ne olur bilinmez. Bu ifade etmeyle alakalı. Ben kendimi ifade etmeye çalışırken oyuncu oldum. Bir süre sonra belki yetmeyecek, yazacağım, yönetmek isteyeceğim. Ya da tamamen başka bir şey yapıp, toprağa döneceğim, bilmiyorum şimdi.
Bu sene başka film var mı oynayacağınız?
Var ama ben tiyatro yapacağım bu sezon. Üç sene ara vermiştim. Çok fazla ara vermemek lazım. Üç kişilik bir oyun var. Bir tane de Levent Kazak’ın yazdığı bir oyun var. Onu da çok istiyorum. Öyle Bir Geçer Zaman ki diye bir dizi başlayacak, Eylül ortasında. Haftada iki günümü alacak bir iş olsun istedim, başrol değil. Hikaye denk geldi.
Jön olabilecek bir oyuncusunuz aslında…
Zamanımın tamamını vermek istemedim. Gelmedi diyemem, filmin de etkisiyle tabii. Ama şimdilik bunu tercih ettim. İyi keyifli de bir şey sahneye çıkmak. Acı çekercesine keyif almak. Kuliste acı çekiyorum. Bu işi niye yapıyorum diye soruyorum kuliste kendime. Bu kadar acı çeker mi insan. Ama sonra çekiyorlar indirmek için… Ben kalmak istiyorum biraz daha…

Fotoğraflar: Murat Tolga Şen

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.