62. Antalya Film Festivali tüm hızıyla sona doğru yaklaşıyor, festivalde ulusal yarışma filmleri son gününe girerken favori film bulamama tehlikesi yaşanıyor. Ben de şu ana kadar izlediğim beş filmin yarattığı duyguyu paylaşmak istedim. Sondan başlarsak Özcan Alper’in bizi yine sınırlara, soğuğa ve yalnızlığa götürdüğü Erken Kış filminde Timuçin Esen ve Leyla Tanlar yer alıyor. Yolda geçen film önüne koyduğu engellerle Ferhat ve Lia arasında yaratmaya ve yaşatmaya çalıştığı ilişki moduna geçmemek için hem direniyor hem de yolculuğu o şekilde aksettirdiği için kendi dolambaçlı yolunu seyirci için zor bir yol haline getiriyor. Filmde gerek Ferhat gerekse Lia ile bağ kurmak da, onlarla empati kurmakta zorlanıyoruz. Filmin güzel anları Ferhat’ın anne evinde yaşadığı, onun pencerede hayalini gördüğü anlar. Bu ev muhtemelen Sonbahar’ın çekildiği ev ya da o duyguya benzer özellikler taşıyan bir ev. Kazım Koyuncu’ya geçmişe selam ve özlem sunan film kadını daha cesur kılarken erkeği duygusal açıdan daha belirsiz noktaya koyuyor, film istenilen etkiyi sunamıyor ne yazık…
Tunç Davut imzalı Kesilmiş Bir Ağaç Gibi filmi çoklu konu harmanına yenik düşen, belli bir odakta kalmakta zorlanan bir film olmuş. Uzun bir süre filmdeki ilişkiler ağıyla bağlantı kurmak da zorlanıyoruz, Refik beyin Nesrin konusundaki düşünceleri çok belirsiz bir çizgide gidiyor ama yine de filmin ortasından sonra bir ivme yakalayıp, konuları birbiriyle buluşturmayı başarıyor. Bunu yaparken hem kendisini de hem de bizi yoruyor. Erken Kış ve bu filmde kadın kimliğinin ‘yabancı’ olması, sinemamızda yaşanan bir arayışa dikkat çekiyor.

Ensar Altay’ın Kanto’su bir değişim hikayesi. Klasik hatta daha güçlü bir gelin kaynana çatışmasıyla başlayan film, kayınvalidenin ortadan kaybolmasıyla çelişik bir çözülme noktası yakalamaya çalışıyor. Kaynana sırra kadem basarken, gelinin onu bulmak adına yaşadığı suçluluk duygusu çözüme ulaşmaktan çok bir dönüşüm ve boşluk hikayesi yaratıyor, rollerin değiştiği filmde her şey belli bir ölçülülükten nasibini alıyor.
Şeyhmus Altun’un Aldığımız Nefes filmi yakın planların var olan boğulmayı ortaya koymak için çabaladığı bir yandan da Esma’nın suratında patlayan her yakınlığın filmin anlam ve anlatımına etki ettiği bir yanılsama barındırıyor. Esma yaşanan felaketten sonra erkenden büyümek zorunda kalan bir kız çocuğu, babasının abisine olan sevgisi, Esma’yı zorluyor. Filmin tercih ettiği dingin anlatım bir süre sonra çıkışsızlık duygusu yaşatıyor seyirciye, her olayın etkisini Esma’nın suratında arayan yönetmenin çıkış bulmaması seyircinin ilgisini kaybetmesine neden oluyor. Ortada uçuşan küller filme farklı, distopik bir atmosfer katarken, mekânsal karmaşa da filme dair soru işaretlerimizi arttırıyor.

İlk uzun metrajlı filmi Kırık Midyeler’de çocuk masumiyetiyle büyükler dünyasında kaybolan iki çocuğu anlatan Seyfettin Tokmak Tavşan İmparatorluğu’nda bir çocuğun iç dünyasının naifliği ve şaşırtmacasıyla buluşturuyor bizleri! Tokmak gittikçe kötüleşen, doğaya, ağaca ve hayvana verilen değerin iyice küçüldüğü bir algoritma içinde iyilikle buluşturuyor bizleri, Musa’yı (Alpay Kaya) kurulu bir düzenin içinde başkaldırıcı, aykırı bir biçimde resmediyor ki izlerken hem şaşırıyor hem de seviniyoruz. Tavşan İmparatorluğu zorlu koşullarda geçen bir hayatın resmini çizerken aynı zamanda mağara yansımalarıyla güzel ve ilginç bir görsel şölen de yaratıyor, bu zaman zaman anlatımın da önüne geçiyor, hikayeyi bilerek arka plana iten yönetmen, olay örgüsünü görselleştirerek dairesel, dalga dalga bir etkinin de yolunu açmış oluyor.






















