Finlandiya yapımı Compartment Number 6 2021 yılı Cannes Film Festivalinde Jüri Büyük Ödülünü Asghar Ferhadi’nin A Hero filmiyle paylaştı. Compartment Number 6’nın özel ve samimi olmasının en önemli nedenlerinden biri yaşanmışlıktan beslenmesi. Rosa Liksom’un Moskova’daki öğrencilik yıllarını kısaca kendi hayatını anlattığı aynı adlı romanından uyarlanan filmde baş roldeki Laura’nın Rosa Liksom olduğunu düşünebiliriz. 1990’lı yılların Rusya’sında geçen film aynı zamanda bir dönem yapımı olarak da anılabilir. Compartment Number 6’nın samimi bir duygu yaratmasının diğer sebebi kuşkusuz gerçekten de hareket halinde olan bir trende çekilmesi. Kusursuz bir görsellik değil karşımızdaki. Juho Kuosmanen tren öncesi İrina’nın evindeki sahnelerde de izleyicide bir kıstırılmışlık sıkışmışlık duygusu yaratmış ve bu atmosferi trende de sürdürmüş. Oluşturduğu estetik anlayışında, izleyicinin yolculuk boyunca görmeyi beklediği olağanüstü olduğunu tahmin ettiğimiz doğa manzarasını izlemesine izin verilmiyor. Filmin mekanda ferah bir hareket imkanı sunmayışı, İrina’yı ve onun hayatını yücelten, ona imrenen, kendi kişiliğini henüz kuramamış Laura’nın iç dünyasındaki sıkışmışlığını, kendisinden kaçacak bir yeri olmadığını anlatıyor belki de.
Tren ve yolculuk temalarının bizlere çağrıştırdığı yegane film olan Before Sunrise ile Compartment Number 6’i karşılaştırmak da hayli ilginç aslında. Before Sunrise serisinin her ne kadar Avrupa sinema geleneğini takip ediyor gibi görünse de iki yıldız oyuncuyla, üst sınıfa mensup iki batılı (biri Amerikalı erkek diğeri Fransız kadın) karakter seçiminin çok da ekonomik kaygılar içermeyen romantik bir öykü anlattığını fark etmek zor değil. Compartment Number 6 ise Laura ve İrina’nın ilişkisini göstererek, Laura ve Lyokha ilişkisinde romantik beklentiye kapılmamızın önüne geçiyor. Laura kendi hayatını kurabilmiş değil, Lyokha ise çocukluğundan çıkamamış, kırılgan, bu kırılganlığını saldırgan kadın düşmanı şakalarla örtmeye çalışan bir maden işçisi. Klasik anlatı sinemasının hiçbir melodramatik vaadini karşılamayan bir çift kısaca. Sonunda büyük bir aşk yaşamayacaklarını biliyoruz. Filmi sadece yolculuğun karakterlerimizi nasıl dönüştüreceğini görmek için izliyoruz.
Laura’nın, İrina’nın gelmeyi kabul etmediği bir yolculuğa çıkması ve yolculuğu sürdürmesi Laura’yı Joseph Campbell’in tarif ettiği şekliyle, macera çağrısını kabul eden bir kahraman yapıyor. Laura bu yolculukta ona hayatın sırrını veren bir akıl hocasıyla tanışarak yolculuğunu değişimini tamamlayarak bitiriyor. Lyokha’nın davetini kabul ederek “anneden bile iyi” dediği kedili kadınla tanışarak, geceyi onun evinde geçiriyor. Suyun akmadığı derme çatma bir evde tek başına yaşayan 60 yaşlarındaki bilge kadın, Laura’ya içindeki hayvanı serbest bırakmasını, onunla yüzleşmesini, hayatındaki hiçbir erkek figürüne (kocasına, babasına, erkek arkadaşına) bağımlı olmamasını öğütlüyor. Böylelikle, Lyokha yolculuğun amacı değil ana karakter Laura’yı akıl hocasına ulaştıran bir araç haline geliyor. Laura’nın yolculuk anına dek onun için bellek işlevi gören kamerasının, kendisi gibi bir Fin olan Sasha tarafından çalınması, film boyunca Lyokha’nın hırsızlık yapmasını ya da şiddet göstermesini beklediğimiz düşünüldüğünde tehlikeli ya da kötü olana dair ezberlerimizi bozuyor.