Sen Ben Lenin filmiyle, görünmeyen bir heykelin peşinde polisiye çıkışlı bir hikayeyi Barış Bıçakçı ile birlikte yaratan Tufan taştan ile konuştuk… 

Merhabalar Tufan Bey. 32. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde ulusal yarışma bölümünde SEN BEN LENİN filminiz gösterildi ve seyircinin yoğun ilgisine Adana gibi bu festivalde de mahzar oldunuz ekipçe.

Karadeniz’i aşarak Akçakoca sahiline vuran, yerel efsane Lenin heykelinden yola çıkarak ilk uzun metraj filminize imza attınız. Senaryoyu da Barış Bıçakçı ile beraber kaleme aldığınızı da biliyoruz. Beraber yola çıkış motivasyonunuz neydi, neden bu heykel, neden bu hikaye? 

Açıkçası çok ilgimizi çeken bir haber olmuştu. Rusya kıyılarından denize atılan ve Karadeniz’i aşarak Türkiye’de bir kasabaya yüze yüze gelen ahşap oyma bir Lenin heykelinin muhafazakar bir belediye tarafından dikilmek istenmesi enteresandı. Bizim hikayemiz de tam bu noktada başladı. Belediye heykeli kasabanın meydanına dikmeyince biz sinemanın gücü aracılığıyla heykeli dikmeye karar verdik. 🙂 Kendi gerçeğimizi yaratıp hayali bir kasaba kurduk. Lenin mi kasabayı, kasaba mı Lenin’i değiştirecek derken senaryoyu yazmaya başladık. Barış ile birlikte bu hikayeye inandık.

Film boyunca hiç görmediğimiz bir heykelin peşine kara komedisi bol bir polisiye sorgulama ile düşüyoruz seyirci olarak. Her karakterin bir şekilde tarif ettiği ama hiç göremediğimiz bir objeyi senaryoda arzu nesnesi olarak ortaya koymaktan hiç tereddüt etmediniz mi?  

Senaryoyu yazarken en keyifli motivasyonlarımızdan biriydi bu. Evet filmin omurgasını oluşturan fakat hiç görmediğimiz bir heykel var ortada. İsmi var cismi yok. 🙂 Lenin’i arayan ama göremeyen bir film. Açıkçası mesele de heykeli görmekten çok, heykelin kasabada yeniden açtığı bir hikayeyi tamamlamaktı. Bu nedenle tereddüt etmek yerine onu ararken farklı farklı hikayeler açmayı tercih ettik. Belki görseydik büyüsü bozulurdu.

Film neredeyse tek mekanda geçiyor, ama o salona sürekli girip çıkan onlarca karakter ile tanışıyoruz. Hatta süre bazından bazı karakterleri daha çok tanıma/dinleme şansımız da oluyor, finale doğru da elimizdeki ‘şüpheli’ sayısı iyice azalıyor. Tek bir hikaye çevresinde bu kadar çok karakteri kaleme alırken seyircinin kafasını karıştırmaktan çekinmediniz mi?

Tabii ki çekindik. Senaryo sürecinden bizi en çok zorlayan soru bu oldu. Her karakteri birbirinden ayırmaya çalıştık. Her karakterin kendine özgü tavırları ve hikayelerini farklılaştırmak istedik. Seyircinin bu kadar fazla karakteri aklında tutmasının zor olduğunu bilerek karakterlere bazen Lenin ile, bazen Ahmet Abi ile, bazen de kendi gündelikleriyle ilgili belirleyicilikler tanımladık. Karakterleri bir kasabanın içinde bir ülkenin temsilcileri gibi resmetmeye çalıştık. Çok tanıdık olmalarına, bizden biri gibi olmalarına özen gösterdik. Böylelikle her birine bir hikaye yazdık ve onların hikayesini ana hikayeyle birleştirdik.

Hem yerli hem yabancı sinemada son 10-15 yılda ansemble oyuncu kadrolarına sıklıkla rastlar olduk. Sizin filminizde Türk sineması için bu anlamda örnek teşkil ediyor. Her biri ayrı yıldız olan oyunculara bu senaryoyu nasıl götürdünüz, teklif etmenize rağmen filme dahil olmayan, çalışamadığınız oyuncu oldu mu? 

Elbette oldu, programları uymadığı için çalışamadığımız birçok oyuncu vardı… Sizin de söylediğiniz gibi Türkiye Sineması için hepsi birbirinden değerli oyuncularla çalıştık. Açıkçası ekibin hepsini ikna eden şey senaryonun kendisiydi. Tüm oyuncu arkadaşlarımıza önce senaryoyu ulaştırdık. Hepsi okuduktan sonra senaryonun gücüne ve kolektif olarak bir şey üretme çabamıza inandı. Aslında sizin de soruda belirttiğiniz gibi senaryonun yeni olan biçimine ve anlattığı hikayeye katkı sunmak istediler. Bir kasaba hikayesinin başrolünde ansamble bir kadronun olması aslında bilinçli bir tercihti. Amacım birbirinden farklı karakterlerle tıpkı bir koro gibi bu masalı anlatmaktı.

Biraz da Ahmet Abi’den bahsedelim. En az göremediğimiz Lenin heykeli kadar göremediğimiz Ahmet Abi de filmin polisiye akışını destekleyen bir unsur. Sahi kim bu Ahmet Abi?

Çok zor bir soru olmuş, sanırım buna cevap vermem için bir roman yazmam gerekir. Kendi aramızda da çok konuştuğumuz sorulardı bunlar. Bir devlet bir kasabada neden Ahmet Abi gibi birinden korkar? Ahmet Abi acaba ne yaptı bu devlete? Bir kasabada bir berber bir ülkenin güvenliğini mi tehdit edebilir? Vs. vs. Soruda dediğiniz gibi Lenin’i görmesek de, Lenin bizim tanıdığımız ve bildiğimiz tarihi bir karakter. Ahmet Abi’yi anlatmaksa gerçekten bir roman konusu. Suretini bilmediğimiz ama hepimizin yakından tanıdığı bir ‘Abi’ aslında kısaca.

Biraz da yapısal olarak bahsedecek olursak, karakterlerin soruşturmayı yürüten ekip tarafından dinlendikleri bir salon var bir de o salonun dışarıya açılan penceresi. Pencerenin dışı sanki bir önceki diyalogun görsel tamamlayıcısı işlevini görüyor. Bu masalsı görsel efekt kullanımının hikayeye dahil edilişi nasıl oldu? Zira bu bir yönetmenlik tercihi…

Sizin de söylediğiniz gibi bir yönetmenlik tercihi olarak doğdu. Sonuçta ben bir masal anlattığıma inanıyorum bu filmde. Pencerenin dışında gördüğümüz gerçeküstü her imge, filmin bütününe dair belli kodları taşıyan metaforlar olarak kuruldu. Elbette kendinden önceki veya sonraki soru/cevap ile bağlantılı ama asıl amacı ana hikayeye dair belli kapılar açması seyircide.

Festivallerde pek çok seyirciden “Filmin adında Lenin’i görünce merakımız arttı” yorumuna şahit olduk. Bu toprakların geçmişte komünizm ve solculukla olan sorunlu ilişkisini düşününce Rus devrimci Lenin’in seyircide pozitif bir duygu ya da algı yaratmasını nasıl yorumluyorsunuz? 

Özlem 🙂 Özellikle genç kuşağın Lenin’e olan ilgisi ve merakı beni mutlu ediyor. Bazıları her ne kadar Lenin’i Batman gibi bir süper kahraman olarak tarif etse de yeni nesil için merak uyandırması çok değerli. Sonuçta filmin adını koyarken dahi bu espri aklımızdaydı: Sen (izleyici), ben (yönetmen/yazar), Lenin (Lenin) 🙂

Bürokrasiyi kara mizah kullanarak eleştirmek akıllıca ve bilinçli bir tercih ve seyirci tarafından filmin özümsenmesini de kolaylaştırıyor kanımca. Dram penceresinden sistemsel eleştiri yapmak sinemanın genelinde hep daha ağır değil mi?

Biçimsel olarak politik hikayeleri dramatize etmek bir tercih. Fakat bana kalırsa politik olanı dramatize etmektense kara mizah kullanarak sanat ve hayat arasındaki mesafe yaratmak daha doğru. Benim için önemli olan seyircinin film esnasında katharsise uğraması değil aksine filmden çıktıktan sonra hala aklında belli soruların dolaşması. Yastığa başına koyduğunda aklını kurcalayan bir şeyler kalması, bizim sanatımızın onun hayatına etki etmesidir. Bu nedenle kara mizahın gerçekle ve politik olan aramıza koyduğu mesafeyi değerli ve doğru buluyorum.

Vizyon tarihiniz de çok yakın; 26 Kasım… Festivallerdeki olumlu geri dönüşlerin yanı sıra genel vizyonda –adından ya da sisteme getirdiği eleştirilerden dolayı- olumsuz tepkiler gelir mi sizce filme?

Aksine olumlu bir intibah yaratacağını düşünüyorum ben. Lenin’in ismi dahi bir çizgi çekiyor fakat bizim filmimizin Lenin’in yanı sıra başka bir derdi de var, farklı bir hikayeye de sahip. Genel izleyicinin kendinden bir şeyler bulabileceğini düşünüyorum. Ama elbette ki sistemle derdi olan bir film yaptık, bu noktadan sonra film bize değil izleyicisine ait.

Adettendir son soru olarak da Sen Ben Lenin’in yolculuğundan sonra “yeni projeleriniz var mı, zihninizi kurcalayan, bekleyen hikayeler mevcut mu?” diye sormuş olalım J Filminizin vizyondaki yolu da şimdiden açık olsun…

Öncelikle çok teşekkür ederim. Umarım vizyonda da böyle güzel yorumlar alırız. Elbette ki yeni hikayeler var, olmaz mı daha yeni başlıyoruz 🙂 Barış ile birlikte yazdığımız ikinci senaryomuzu tamamlamak üzereyiz, son demlerinde. Sen Ben Lenin’in ardından ona girişiyoruz.

 

Egeli bir ailenin ilk kızı olarak 1984’te İstanbul doğan Duygu Kocabaylıoğlu Arazlı, lise eğitimini İzmir Bornova Anadolu Lisesi’nde tamamladı. Lisans eğitimindense, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nden 2007’de Edebiyat Uyarlamalarının Sinemadaki Yansımaları üzerine hazırladığı bitirme projesi ile mezun oldu. İlkokul çağında başlayan edebiyat sevgisini görsel sanatlarla birleştirdi ve Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Sinema Bölümü’nde yüksek lisans eğitimini sürdürdü. Türkiye’de ilk kez ele alınan Polonya Sinemasında Ahlaki Kaygı Sineması bitirme projesi ile 2010’da yüksek lisans eğitimini tamamladı. Kısa film senaryo ekiplerinde, web sitesi projelerinde yer aldıktan sonra 2010 Ekim ayında Beyazperde.com sitesinin editör kadrosuna katıldı. 6 yılı aşkın süre dizi, sinema editörlüğü, proje yönetimi ve genel yayın yönetmenliği pozisyonlarını sürdürdüğü Beyazperde.com’dan 2017 Mayıs ayında ayrıldı. Sinema yazılarına Beyazperde’nin yanı sıra Popüler Sinema, Cine Dergi ve Öteki Sinema gibi farklı yayın organlarında sürdürmektedir. Sinema dışında en çok bisiklet sürer, koşar ve Heybeliada’nın tadını çıkartır. Evli ve bir ayağı İzmir’de olan Arazlı, sinema-kültür projelerine çok yönlü devam etmektedir.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.