Bu yıl düzenlenecek olan Oscar törenlerinin ülkemizce konuşulan en büyük mevzularından biri Mustang’in en iyi yabancı film dalında yarışıyor olması, diğeri de ayıyla dövüşen Leonardo Di Caprio’nun en iyi erkek oyuncu ödülünü alıp alamayacağı… İlk mevzuda sonuç ne olursa olsun Mustang’in bizi maddi manevi temsil etmediğini düşünüyorken, ikinci mevzuda da şunu söylemek isterim; Leonardo Di Caprio bu rolüyle hak etmiyor Oscar’ı. Diriliş’e gelene dek nice filmde Oscar’lık bir oyuncu olduğunu çoktan kanıtlamıştı zira!
“Paramparça Aşklar Köpekler” filmini izlediğim günden beri (ki, kesişen hayat hikayelerini sinemada izlemeye bayılırım) Meksikalı deha Alejandro G. Inarittu’nun hiç bir işini kaçırmadım. “21 Gram”, “Babil”, “Biutiful” ve “Birdman” ile yönetmenlikteki başarısını kanıtlayan Inarritu, “11 Eylül” adlı karma işte deneysel/yenilikçi bir kısa filmiyle yer almıştı. İnsanın/insanlığın karmaşık doğasını en iyi şekilde perdeye yansıtmayı başaran yönetmen bu kez bizleri Amerika’nın doğuşuna tanıklık edeceğimiz, karanlık, soğuk ve acımasız bir zaman dilimine götürüyor. Leonardo DiCaprio, Tom Hardy, Domhnall Gleeson ile Will Poulter’ın oynadığı Diriliş’in konusu kısaca şöyle… Hugh Glass kürkleri için hayvanları avlayan bir kuruluş için çalışan deneyimli bir tuzakçıdır. Fakat avlandıkları bölgelerde kendilerinden başka hem yerli Kızılderililer hem de Fransız birlikleri kol gezmektedir. Bir av ertesinde bir boz ayı tarafından ölümcül biçimde yaralanan Glass’ı, yavaşlamamak adına ekibi ölüme terk eder. Fakat bölgeyi herkesten iyi bilen avcı Glass hayata tutunur ve yavaş da olsa yaraları iyileşir. Zira yaşama tutunması için oldukça geçerli bir sebebi vardır; intikam! Filmi başarıya götüren dört temel unsur var. Bunlardan ilki, tabi ki Inarritu’nun yetkin, ne yaptığını bilen, estetik ve hikaye anlatma yeteneğini en üst seviyede kullanan yönetmenliği. İkincisi hali hazırda birçok (henüz almamış olsa da) Oscar’lık performansa sahip olan Leonardo Di Caprio. Ünlü oyuncu bu filmde fiziksel olarak öylesine zorlamış ki rolünü, seyircide filmi izlerken neredeyse ona karşı bir acıma/merhamet hissiyatı oluşuyor. Üçüncü unsur enfes bir doğa, kış manzarası ve hissettirdikleri. Bunu görüntüye alan ve filmin atmosferinin altını ihtişamla çizen usta görüntü yönetmeni Emmanuel Lubezki ise son unsur. Lubezki’yi, Terrence Malick’in son filmlerinden ve de “Yerçekimi”, “Children of Men”, “Birdman” filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Kendi tarzın/kimliğini, çalıştığı filmlere nasıl başarıyla yansıttığını da rahatlıkla anımsarsınız. Diriliş’te de, balık gözüne yakın mercekler, geniş açılar, sonsuzda/ufuk çizgisinde birleşmeye meyilli görüntüler ve uzun sekanslarla tarzını koyuyor Lubezki. Hele bir de, özellikle de aksiyon sahnelerinde kamerayı öyle yakın konumlandırıyor ki karakterlere, bir seyirci olarak soluğu sanki onların yanında alıyor, karakterlerin adeta nefesini hissediyorsunuz yüzünüzde. Filmi tek bir sahne hariç tamamen doğal ışıkta çektiğini de öğrendiğimizde bu büyük başarısından dolayı alkışlamak gerek diye düşünüyorum kendisini! Tom Hardy’i atlamışsın diyenler de olacaktır ama ne yalan söyleyeyim, zaten avantajlı ve yükseltilmesi kolay olan John Fitzgerald karakterinin üzerine çok da bir şey koyduğunu düşünmüyorum Hardy’nin. Mad Max’teki muazzam oyunculuğu belki de bu çıtayı çok üstlere koydu. Javier Bardem’li “Biutiful”un Inarritu’nun en iyi filmi olduğunu düşünsem de, gerçek olaylara dayanan bir romandan yola çıkılarak çekilen “Diriliş” bu yılın en çok konuşulan işlerinden biri oldu bile. Darısı Leonardo’nun başına. Umarım bu kez Oscar’ı alır ve sosyal medyada dönen geyiklere bir son verilir…