“Binbir Gece Masalları bitmiş değil; binbir gecenin sonsuz zamanı kendi yolunda ilerliyor.”

Jorge Luis Borges

Özgün adı Binbir Gecenin Çiçeği olan fakat pek çok ülkede Arap Geceleri ismiyle gösterime giren Binbir Gece Masalları, İtalyan yönetmen Pier Paolo Pasolini’nin Yaşam Üçlemesinin son halkası… İlk filmi Decameron’la İtalyanların, ikinci filmi Canterbury Hikayeleri ile İngilizlerin ortaçağ toplumsal hayatını merkezine alan yönetmen bu kez, gözünü doğuya çeviriyor ve Arap edebiyatının en meşhur eserlerinden birini uyarlıyor. Hem de enteresan bir biçimde oryantalizmden uzak durarak…

Ortaçağ’ın en önemli eserlerinden yola çıkarak peliküle aktarılan bu masallar serisi, ticari açıdan başarı sağlamasına karşın, Pasolini’nin tarzından uzaklaştığı iddiaları sebebiyle epeyce eleştiri aldığı filmleridir. Çünkü onu, İtalyan düz yazınının temellerini atan ve dünyanın ilk öyküsünü yazan Boccaccio’dan, İngilizlerin Homeros’u kabul edilen Geoffrey Chaucer’a, oradan da doğu coğrafyasına götüren ortak sebep, söz konusu eserlerde toplumsal hayatın tüm gerçekliğiyle ortaya konması ve fakat ondan da önemlisi cinselliğin insan hayatının sıradan bir parçası olarak resmedilmesidir. Her ne kadar ilk iki filminde Boccaccio ile Chaucer’ın dönemine getirdiği eleştirilerden yola çıkarak Katolisizme, kiliseye, ruhban sınıfına, siyasete, topluma çok ciddi eleştiriler getirse de, üçüncü filminin hicivden çok uzak bir noktada bulunması asıl kaygısının, insan olma halinden hareketle salt gerçekliği açıklama çabasından ibaret olduğunu gösteriyor. Her üç filminde de dönemin toplumsal hayatını, insanların yaşayış biçimini, bir takım normları ve bunların etkilerini; en önemlisi de cinselliğin insan hayatı ve ilişkilerini ne denli yönlendirebildiğini kanıtlamaya çalışıyor. Freudyen bir yaklaşımla bizi kontrol eden yegâne gücün cinselliğimiz olduğunu söylüyor ve bunu göz ardı etmenin, bastırmanın yalnızca ve yalnızca toplumu oluşturan kuralların içten içe çürümesine yol açacağının altını çiziyor. Rekin Teksoy’un üçlemeye yönetmenden farklı olarak Eros adını vermesi ve cinselliğin önemini vurgulaması da bahsi geçen savı destekliyor. Bu açıdan baktığımızda, Pasolini’nin diğer eserlerinden fikirsel açıdan ayrılmadığını, yöntem değişikliğine başvurduğunu düşünmek daha doğru bir yaklaşım haline geliyor.

Decameron ve Canterbury Hikâyeleri’nde cesur bir biçimde kullanılan cinsellik öğesi, Pasolini’nin gerçeği olduğu gibi yansıtma takıntısı sebebiyle son filmde ayyuka çıkıyor ve Binbir Gece Masalları, üçlemenin erotizm dozu en yüksek filmi oluyor. Elbette ki eserin yapısı ve içeriği de, yönetmenin filmlerinde kullanmayı sevdiği çıplaklık durumuna hizmet eden taraflar barındırıyor. Benzer bir biçimde, serinin siyasi veya dini eleştiri yapmayan tek filmi olması da yine Binbir Gece Masalları’nın apolitik olma halinden kaynaklanıyor. Çünkü farklı zamanlarda, koşullarda yazılmış olması, çeşitli coğrafyaların kültürlerini barındırması ve tek bir elden çıkmaması, bu anonim eserin herhangi bir siyasi veya dini yergi taşımasının önüne geçiyor. Merkezine insanı ve insan olma halini alan bu evrensel yapıtın, günümüzden bakıldığında bile çok daha özgür bulabileceğimiz erotik hikâyeler ve tasvirlerle dolu olması, mayasının bu gerçek olma haline dayandığını kanıtlıyor ve Pasolini’nin seçiminin altında yatan sebepleri bize gösteriyor. Başka bir deyişle İtalyan yönetmen, üçüncü filmiyle bize tek derdinin kişi ya da kurumları eleştirmek değil; aslında insan ve ona ait gerçekliğe ulaşmak olduğunu açıklamış oluyor.

Üçüncü filmle birlikte gün yüzüne çıkan nihai amacın yanında önemli bir detay da Binbir Gece Masalları’nın, Decameron ve Canterbury Hikâyeleri’nin doğuşuna kaynaklık eden ve çerçeveleme tekniğiyle yazarlarını etkileyen yapıt olmasıdır. Boccaccio ve Chaucer’da gördüğümüz çerçeve bir hikâye ve onun içinde gelişen hikâyeler dizisi yöntemi, Binbir Gece Masalları’nın pek çok önemli yazara ilham kaynağı olan taraflarından yalnızca biridir. Fakat enteresan bir biçimde, Binbir Gece Masalları’nın çerçevesini oluşturan Şehriyar ile Şehrazat’ın hikâyesi yerine masallardan biri filmde çerçeve hikâyeyi oluşturur. Bu açıdan baktığımızda diğer iki filmde eserlere daha sadık kalan Pasolini’nin, üçüncü filmde epeyce serbest bir uyarlama yöntemine başvurduğunu görüyoruz.

Köle pazarından satın aldığı Zümrüt ile Nurettin’in kavuşma öyküleri filmin çatı hikâyesi olurken, kimi zaman bağımsız, kimi zaman onun içinden türeyen, masal içinde masallar silsilesi Binbir Gece Masalları. Bir mantıksal devamlılık ya da zaman bütünlüğü barındırmadığı için çoğu zaman anlaşılması zor hale gelen filmin, en önemli eksiği ise diyaloglarının yetersiz olması. Decameron ve Canterbury Hikâyeleri’nde de benzer bir durum göze çarpsa da, öykülerin mizahi yönleri bu eksikliğin üstünü kapatmaya yetecek güce sahipti. Ancak üç filmde de gördüğümüz amatör oyuncular kullanımı, mizah ve diyalog eksikliği halinde epeyce sıkıntıya yol açabiliyor ve seyircinin filmden kopmasına neden olabiliyor.

Tüm bu eksikliklerine rağmen, Batılı bir yönetmenin elinden çıkan ve Arap coğrafyasını, kültürünü, yaşayışını anlatan bir filmin oryantalist yaklaşımdan çok uzak bir noktada bulunması Binbir Gece Masalları’nı ilgi çekici kılan özelliği oluyor. Pasolini, elinde doğunun ve Arap dünyasının tüm mistik ve fantastik malzemeleri dururken, bunları gerçekliğe en yakın haliyle kullanıyor ve diğer filmleriyle benzer bir bakış açısı sergileyerek hümanistik duruşunu devam ettiririyor.

İçerdiği pornografik öğeler yüzünden pek çok ülkede sansürlenen Binbir Gece Masalları’nın orijinal hali toplamda 10 hikâyeden oluşuyor. İlk iki filmde ressam Giotto ve Goeffrey Chaucer olarak karşımıza çıkan Pasolini, son filmde boy göstermiyor ama fetiş oyuncuları Ninetto Davoli ve Franco Citti her zamanki yerlerinde duruyorlar. Serinin en zayıf halkası olarak kabul edilse de, Eros’a atfedilen ok sahnesi gibi güçlü imgelerle dolu sekanslarıyla öne çıkan ve 1974’te Cannes’da Jüri Özel Büyük Ödülü’nü alarak tartışmalara yol açan Binbir Gece Masalları’nın herkese hitap etmediği aşikâr. Fakat yönetmenin kendisini tanımladığı noktaya yakınlığı ve üçlemenin amacını açıklaması sebebiyle önem kazanan filmleri arasında yer alıyor.

BAŞAK BIÇAK

 

1987, İzmir doğumlu… Sinemayla olan aşkı henüz ilkokuldayken gittiği Aslan Kral filmiyle başladı. Öylesine sevmişti ki bu filmi, yıllar sonra tekrar izlediğinde kaybettiği bir oyuncağını bulmuş gibi mutlu oldu. Lisede okuduğu Fransız koleji ise her şeyin başlangıcı oldu. Dans tutkusunun sadece halk oyunlarıyla sınırlı olmadığını anlayıp o günden bugüne hep dans etti, bu sayede bir çok ülke gezdi, hala da dans ediyor. Üniversitede Tarih bölümüne girerek yaşam enerjisiyle hiç ilgisi olmayan bir meslek tercih etti. Bir de üzerine Avrupa Tarihi Yüksek Lisansı yaptı ki hayatın ne kadar çekilmez olur görebilsin diye… Bunların üzerine tarihi çok sevdiğini söylemek biraz tuhaf olur sanırım, ama gerçekten seviyor. Üniversitede tarihe gömüldüğü zamanlarda, yüksek lisansta da tezini bitirmeye çalıştığı şu günlerde sinema her zaman onun için kaçış noktası oldu. Bitmek bilmeyen izlenmesi gereken filmler listesiyle uğraşırken tezini ihmal etti ama bu sayede Öteki Sinema’da yazarlığa ilk adımımı attı. Ve sinema yazarlığının onu ifade eden en güzel yollardan biri olduğunu keşfetti. Tarih, dans ve sinema tutkusuna bir de şarap sevgisini ekledi ve sanırım bu gidişle yine bambaşka bir iş yapacak. Hayat onu sürprizleriyle karşılarken, o da tutkularına yenilerini eklemeye kararlı…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.