İlk filmler kuşkusuz bir yönetmenin kariyerine yön verecek en önemli aşamayı oluşturur. İyi bir ilk film bir yönetmenin önüne sınırsız kapılar açabileceği gibi, kötü bir ilk film yönetmenin yeni başlayan kariyerini en baştan alaşağı etme riski taşıyabilir. Neticede “her şeyin ilki özeldir” düsturuyla hareket edersek “ilk film” de bir yönetmenin hayatında mutlak suretle yer eder.

Özellikle 2000 sonrasında ilk filmini çeken yönetmenlerin sayısındaki büyük artış birçok sonuçlara gebe oldu. İçlerinden ilk filmiyle şaşırtıp “başyapıt” mertebesinde işler ortaya koyanlar da oldu, iyi bir filmle sinema dünyasına adım atanlar da, kötü bir filmle kariyerinin kötü bir şekilde başlamasına ve hatta bitmesine neden olanlar da… İlk filmiyle müthiş bir başarı yakalayıp sonrasında Hollywood’a kendini teslim eden isimler genelde büyük hayal kırıklığı yarattı. Buna rağmen ilk filmdeki ve başarısını ve çizgisini aynı şekilde koruyup hala başarılı filmlere imza atan yönetmenlerin sayısı da çok fazla. Festivallerin adeta ödüle boğduğu, dolayısıyla ilk filmiyle birden en çok sevilen yönetmenler mertebesine yükseltilen birçok önemli yönetmen mevcut.

Nisan ayında düzenlenen 33. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma bölümünde “Altın Lale” ödülünü kazanan Eskil Vogt imzalı “Blind” da yönetmenin ilk filmi özelliğini taşıyor. “Blind” 5 Eylül 2014’te M3 Film dağıtımıyla Başka Sinema salonlarında vizyona girecek. Öncesinde 2000 sonrasında çekilmiş en iyi “ilk film”lere bir göz atmaya ne dersiniz?

 

Amores Perros (2000)

Alejandro Gonzalez Inarritu’nun başyapıtı olan Paramparça Aşklar Köpekler, özellikle 2000 sonrasında sayısı epey artan “kesişen hayatlar” filmlerine yön veren, anlatı ve kurgu teknikleri açısından devrimci niteliğe sahip bir ilk film. Temelde birbirlerini tanımayan üç farklı insanın hayatlarının birbirine nasıl etki ettiğini son derece güçlü dramatik hikayelerle işleyen Inarritu, “ilk film” demeye bin şahit isteyecek kadar sinemasal yönü kuvvetli ve sarsıcı bir başyapıta imza attı. Film, toplamda 58 ödüle layık görüldü.

Donnie Darko (2001)

Sıra dışı yönetmen Richard Kelly’nin yönettiği Donnie Darko, 2000 sonrasına damga vuran ilk filmler arasında geniş kitlelerce sevilen önemli filmlerin başında geliyor. “Sorunlu ergen” temalı gençlik filmleriyle bilim kurgu ve korku filmlerinin yapısını birleştiren, tavşan kostümüyle ve simgesiyle iyice kültleşen film, yeni bir David Lynch’in geleceğini müjdeler gibiydi adeta. Kelly, sonraki yıllarda bu başarısını daha üst seviyelere taşıyamayarak hayal kırıklığı yaratsa da, şizofreni, paralel evren döngüsü, solucan delikleri ve astral seyahat gibi kavramlar üzerine kurduğu dünyasıyla 11 ödüle layık görüldü.

Intacto (2001)

İspanyol yönetmen Juan Carlos Fresnadillo’nun yönettiği Intacto, kuşkusuz şans ve kumar üzerine yapılmış en orijinal filmlerden biri. Nazilerin toplama kampından kurtulmayı başaran tek Yahudi olan bir adamın “şans” kulübü kurarak dünyanın en şanslı insanlarını toplamaya başladığı senaryoda kimler yok ki! Bir uçak kazasından tek başına kurtulan, otobanda gözleri kapalı bir şekilde deli gibi koşan, rus ruletiyle hayatına meydan okuyan… Tesadüflerin ve rastlantıların birbirini sürüklediği olaylar silsilesiyle, “şans” faktörü üzerine şekillenen senaryosuyla Intacto, 11 ödüle layık görüldü.

The Return (2003)

Rus yönetmen Andrey Zyvagintsev’in yönettiği “Dönüş”, yıllar sonra çıkagelen bir babanın geride bıraktığı iki çocuğuyla beraber çıktığı yolculuğu dramatik ve psikolojik yapısı kuvvetli biçimde anlatarak görsel açıdan büyüleyici bir sinema şölenine dönüşüyordu. Tablo gibi kareleri, karanlık atmosferi, gerilimli havası, etkileyici müzikleri, baba – oğul ilişkisini ele alış biçimi ve çocuk oyuncularının büyük başarısıyla unutulmaz filmler arasına adını yazdırdı. Film, toplamda 28 ödüle layık görüldü.

13 Tzameti (2005)

Gürcü yönetmen Gela Babluani’nin yönettiği 13 Tzameti, tesadüf eseri kendisini yeraltı dünyasının içerisinde, ölümüne oynanan bir Rus ruleti şampiyonasında bulan bir adamın hikayesini ele aldı. Babluani, oldukça düşük bütçesiyle ve siyah-beyaz sinematografisiyle yarattığı güçlü atmosfer sayesinde kısa sürede dünya çapında adını duyurmayı başardı ve bundan 5 yıl sonra Hollywood tarafından yeniden çevirimi yapılan “13” filmini de kendisi yönetti fakat tanınmış oyuncularla renkli bir şekilde çekilen yeni filmin aynı başarıya ulaşması mümkün olmadı. 13 Tzameti, toplamda 8 ödüle layık görüldü.

Das Leben der Anderen (2006)

Florian Henckell von Donnersmarck’ın adeta yılların sinemacısıymışçasına olgun bir üslupla ele aldığı, 2000 sonrasında hem Alman sinemasının hem de dünya sinemasının en önemli yapıtları arasına adına yazdıran filmi Başkalarının Hayatı, Oscar’da “En İyi Yabancı Film” dahil olmak üzere toplamda 66 ödüle layık görüldü. Dramatik yapısını ve karakter tahlillerini “dinleme” odaklı bir politik gerilim ekseninde kuran film, hafızalara kazınan replikleriyle, dokunaklı hikayesiyle, 2007’de kanserden hayatını kaybeden Ulrich Mühe’nin unutulmaz oyunculuğuyla ve etkileyici finaliyle unutulmaz arasında yerini aldı.

Hunger (2008)

Steve McQueen’ın yönettiği, başrolünde Michael Fassbender’In yer aldığı Hunger, IRA üyesi olmamasına rağmen 1981’de açlık grevine başlayan direnişçi Bobby Sands’ın hapishanede yaşadıkları üzerine kurulu. Olayları mahkumlar, gardiyanlar ve dönemin politik atmosferi çerçevesinde ele alıp psikolojik tahlilleriyle işleyen film, tek plan kullanımları, derinlikli kamera açıları ile son derece güçlü bir sinematografiye sahip. Klasik anlatı yapısını reddeden kurgusu, diyalogsuz açılış sahnesinin vuruculuğu, politik – psikolojik kombinasyondaki etkileyici olay örgüsü ve Michael Fassbender’in hafızalara kazınan karakter oyunculuğu filme toplamda 42 ödül getirdi.

In Bruges (2008)

İngiliz yönetmen Martin McDonagh’ın yönettiği In Bruges, iki kiralık katilin hikayesini alışılmışın dışında bir şekilde senaryolaştırmayı başararak ve melankoli, kara mizah ve aksiyon ögelerini ustalıkla harmanladığı hikayesine güçlü replikler ve akılda kalıcı performanslarla sahip çıkıyordu. McDonagh’ın parlak zekası ve görsel becerisi ile Bruges şehri, Colin Farrell, Brendan Gleeson ve Ralph Fiennes gibi oyunculardan rol çalabilmeyi başararak adeta başrole oynamayı başarıyordu. Film, 18 ödüle layık görüldü ve McDonagh’a yeni kapılar açtı.

The Chaser (2008)

Güney Kore’li yönetmen Hong-jin Na’nın ilk filmi olan The Chaser, Kore’deki gerçek telekız cinayetlerinden esinlenilerek oluşturulmuş senaryosu üzerinden ülkedeki polis teşkilatının çaresizliği ve trajikomikliğine değinerek sistem eleştirisi sunuyordu. Eski bir dedektif olan kadın satıcısı başrolü ile baştan yabancılaştırma etkisi yaratan film, katili henüz filmin başlarında yakalattırarak klasik suç – polisiye formatını yapıbozumuna uğrattı. Olay örgüsünde beklediğimiz klişelerin hiçbirinin gerçekleşmemesi, aksiyon sahnelerinde karakterlerin koşarken yorulması, düşmesi gibi oldukça gerçekçi detaylar yakalayan film, Güney Kore sinemasının en önemli filmlerinden biri olarak hafızalara kazındı ve toplamda 6 ödüle layık görüldü.

Amer (2009)

Giallo türünü yapıbozumuna uğratmayı ve farklı anlatı metodları geliştirmeyi deneyen yönetmenler Helene Cattet ve Bruno Forzani ikilisinin yönettiği Amer, bir kadının çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik döneminden kesitlerle ilerleyen ve temelde cinsellikle yüzleşmeyi ele alan üç bölümlük bir gerilim filmi. Dantel, deri eldiven, bıçak gibi birçok fetiş nesneyi karakterin korkularının ve cinselliğinin bir parçası olarak kullanan, sınırları zorlayan kurgusuyla, görsel açıdan şok edici renk skalası tercihleriyle ve özenli ses tasarımıyla hayal – gerçek arasında seyreden tuhaf bir halüsinasyon mertebesine ulaşan film, toplamda 7 ödüle layık görüldü.

District 9 (2009)

Peter Jackson’un yapımcılığını üstlendiği, Neill Bloomkamp’ın yönettiği District 9, kuşkusuz 2000 sonrasının en özel bilim kurgu filmlerinden biri olarak hafızalara kazındı. Yakın gelecekte dünyamıza gelen uzaylıların insanlar tarafından etrafı çevrili, sıkı güvenlik önlemleri altındaki bir bölgeye hapsedilmesi etrafında dönen film, bugüne kadar gördüğümüz “uzaylı filmi” mantığını “mockumentary” tarzı anlatı stiliyle yapıbozumuna uğratıyor, ırkçılıktan azınlık haklarına kadar birçok konuda önemli sözler söyleyen politik bir bilim kurguya dönüşüyordu. 4 dalda Oscar’a aday olan film toplamda 21 ödüle layık görüldü.

Beyond the Black Rainbow (2010)

Panos Cosmatos’un yönettiği film, 80’ler bilimkurgu filmlerinin görsel ve işitsel vizyonunu kendine has retro-fütüristik tasarımıyla buluşturarak bilimkurgu sinemasında yeni bir anlatı kurdu. Soğuk, labirent gibi bir binanın içerisinde hasta ruhlu psikopat bir doktor ve orada hapis tutulan genç bir kızın arasındaki ilişkiye ve kovalamacaya odaklanan film, Kubrick bilimkurgularının soğuk tonlamalarını, Noe filmlerinin “psychedelic” anlarını ve görsel-işitsel triplerini, yer yer Cronenberg sinemasının vazgeçilmez “body-horror” motiflerini ve Lynch tarzı distopyaların tadını içinde barındırarak izleyiciyi deneyimlenmesi gereken eşsiz bir yolculuğa davet ederek toplamda 4 ödülün sahibi oldu.

The Cabin in the Woods (2011)

“Lost”, “Alias”, “Angel”, “Buffy the Vampire Slayer” gibi önemli dizilerle tanıdığımız yaratıcı kalemler olan Drew Goddard ile Joss Whedon’un ele aldığı film oldukça basit bir hikayeden yola çıkıyor. “Bir grup öğrenci ormandaki kulübede bir haftasonu geçireceklerdir ancak başlarına geleceklerinden haberleri yoktur.” Fakat bu şekilde düşünüyorsanız oldukça yanılacaksınız, zira The Cabin in the Woods, bütün bu korku klişelerinin nereden türediğini sorgulayan, “slasher” türüne bir nevi otopsi yapan bir film. Özellikle tüm korku filmlerinin klişeleşmiş kötülerini ve yaratıklarını bir arada gördüğümüz dehşetengiz görsel sekansın yıllar geçse de unutulmayacağı kesin. Film, toplamda 15 ödüle layık görüldü.

Beasts of the Southern Wild (2012)

Benh Zeitlin’in hem eleştirmenlerin hem de genel izleyici kitlesinin gönlünde taht kurmayı başaran harikası Düşler Diyarı, yine Zeitlin’in 2008 yapımı kısası “Glory at Sea” ile benzer sularda yüzen orijinal bir “magical realizm” örneği. Politik arka planını metaforlarla bezeli fantastik, büyülü bir dünyanın içerisinde inşa eden film, çocuk oyuncusu Quvenzhane Wallis’in müthiş sempatisi ve oyunculuğuyla, akıllardan çıkmayan müzikleriyle ve en önemlisi son yılların en ustalıklı işlerinden biri olan şahane sinematografisiyle tam bir görsel ve işitsel şölen niteliğinde. Film, Cannes’da aldığı 4 ödülün yanı sıra toplamda 87 ödüle sahip.

Wreck-It Ralph (2012)

Popüler animasyon televizyon dizisi “The Simpsons”ın yönetmenlerinden Rich Moore’un ilk filmi olan Oyunbozan Ralph, hem 90’larda çocuk olup atari kültürünü yaşamış olan kişiler için büyük bir nostalji olanağı sağlıyor, hem de yarattığı “oyunlararası evren” ile tıpkı “Toy Story” gibi bambaşka bir dünyanın kapılarını aralıyor. Atari oyunları evreninin sinemasal bazdaki karşılığını yaratmak için adeta en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş büyük bir “tasarım başarısı” taşıyan film, 165 milyon dolarlık bütçesiyle “oyun içinde oyun”, “evren içinde evren”, “sistem içinde sistem” şeklindeki zincirleme yapısıyla bu alternatif dünya tasvirinin hakkını fazlasıyla vermeyi başardı ve 24 ödüle layık görüldü.

Halil İbrahim Sağlam

 

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.