Çağan Irmak ülkemiz sinemasında fazla dikkat çekmese de bir kırılma noktasına imzasını attı. Yönetmenin 2008 yılında çektiği Issız Adam vizyona girdikten kısa bir süre sonra özellikle genç erkekler arasında bir fenomene dönüştü.
Filmi bu kadar popüler kılan neydi? Belki pek tanık olamadığımız bir biçimde kentli bir çiftin ama özellikle de kentli bir erkeğin hayatına girdiği için farklı geldi izleyicisine. Söz konusu erkeğin fantezileri, sırları ama en çok da tutunamaması, o çok meşhur erkek sorunu; bağlanamaması sinemamızda belki de ilk kez bu kadar akıcı ve net algılanabilir biçimde perdeye yansıdı. Yapılan halkla ilişkiler kampanyası ve pazarlama stratejileri sayesinde o dönemde film müzikleri filmin bile önüne geçti ve filmin araladığı bu kapı üzerinde pek durulmadı. Oysa erkek hikayelerini izlemekten boğulduğumuz sinemamızda, eğer izleyeceksek hiç olmazsa biraz da farklı bir şey olsun dedirtecek bir filmdi Issız Adam. Aslına bakılırsa biz bu kırılgan, duygularıyla baş edemeyen erkeklerin çok da yabancısı değildik. Yeşilçam’ı Yeşilçam yapan melodramların erkekleri farklı mıydı? Evet, tamamen bir yanlış anlama sonucu eşlerini evden kovacak, çocuklarından mahrum edecek kadar zalim olabiliyordu bu erkekler ama bir taraftan da aşklarından bitap düşüp, kör, alkolik oluyor, işlerini güçlerini kaybediyorlardı. Yeşilçam’ın Altın Çağının ardından gelen dönemlerde zamanla melodramlar yerini farklı türlere bıraktı. Seks filmleri üreten yegane Müslüman ülke olan Türkiye’de 1970’li yıllarda bu türde üretilmiş filmler sinemamızda unutulmaz bir iz bıraktı. Genç Yeni Sinemacıların gerçekçilik arayışı bir koldan ilerlerken diğer koldan arabesk film furyası ilerledi. Kostüme avantür filmleri de unutmamak gerek pek tabii. Kuşkusuz sözünü ettiğimiz bu türlerde üretilen filmlerde ana karakter erkekti hep ama görünüşte filmlerin başka mevzuları vardı. Ya sosyal sorunlara odaklanılıyordu ya da kahramanlık peşinde koşuyordu. Başka deyişle, hangi ülke sinemasına gidersek gidelim göreceğimiz manzara Türkiye’de de karşımıza çıkıyordu. Ana akım sinemanın ürünü olan filmlerde öykü neye odaklanıyor olursa olsun, filmin türü ne olursa olsun ana karakter erkek oluyordu. Kadın karakter de ya anaç bir imge ya seks nesnesi ya da kurban oluyordu. Adı konmamış bir kural olarak ana akım sinemada bu durum yeniden ve yeniden üretiliyordu ve hala da bu yinelenmekte. Fakat yakın dönemden bu yana ana karakterler yine erkek olsa da ve kadın karakterler çoğunluk seks objesi olarak konumlandırılsa da anlatılan öykülerde bazı değişimler söz konusu olmaya başladı. 1980’li yıllarda Atıf Yılmaz imzalı “Kadın Filmleri”nin derinliğinde olmasa da erkek olma halini ele alan filmler perdede izleyicisiyle buluşmaya başladı. İşte bana göre Issız Adam böyle bir başlangıcı sağlayan bir film oldu. 2010 yapımı ve Tolga Örnek imzalı Kaybedenler Kulübü de aslında iki tutunamayan erkeğin öyküsüne odaklanmış ve filmde öykü daha çok karakterlerin bu yanını öne çıkaracak biçimde ilerlemişti. Romantik Komedi serisi kadın erkek ilişkilerini güldürü türünde ele alan filmler olsa da erkek gözünden dünyayı algılamamıza kısmen de olsa yardım ediyordu. Kuşkusuz bu filmlerde üretilen mesajlar alışageldiğimiz değerlerin yeniden üretiminden öte değildi. Bu sene karşımıza çıkan iki film biraz daha erkek dünyasına dokunan denemeler olarak beliriyor. Bunlardan ilki olan Gökhan Horzum’un yönettiği Arkadaşlar Arasında, iyi bir deneme olarak bu filmlerin ilki olarak yerini aldı. Film ataerkil sistemin aslında erkeği de nasıl çarkları arasında öğüttüğüne dair ipuçlarını izleyicisine duyumsattı. Babalık kavramının ne kadar baskılayıcı olabileceğini ya da aile kurup çoluk çocuğa karışmanın, askere gitmenin bir erkek için nasıl ürkütücü olabileceğini biraz naif bir üslupla da olsa işleyen bir film olarak belirdi. Ancak iyi niyetli bir girişim olsa da derinlikli bir eleştiri getirmekten ne yazık ki uzaktı. Serdar Temizkan’ın yönettiği Kutsal Bir Gün ise bana daha çok Kaybedenler Kulübü’nü çağrıştırdı. İki erkek kardeşin toplumsal erkeklik değerleriyle örtüşmeyen yaşam standartları, bizim onları alışıldık güçlü, hükmedici erkekler arasında görmemizi engelledi. Kasım ayının sonlarında vizyona giren Erkek Tarafı-Testosteron ise kanımca konu olarak aynı şeye odaklansa da öncelikle sinemasal nitelikleriyle bir fiyasko olmaktan öteye gidemedi. Kuşkusuz tek mekanda geçen ve izleyicisinin ilgisini doksan dakika ve üzerinde ayakta tutabilen pek çok film var. Hatta Dogville’de olduğu gibi geleneksel anlamda dekora bile gereksinim duymadan çekilen filmler var. Bu filmler tartıştıkları konuyu ele alışlarındaki derinlikleriyle biçimsel yalınlıklarını izleyiciye unutturabiliyorlar. İlksen Başarır’ın yönetimindeki Erkek Tarafı-Testosteron ise ne yazık ki ne içerik olarak ne de biçimsel nitelikleriyle tatmin edici bir şey sunamıyor izleyicisine. Filmin uzun süredir oynanmakta olan ve ilgi çeken bir tiyatro oyunundan “esinlenmesi”, ki bence olduğu gibi filme çekilmiştir, bağışlatıcı bir neden değil. Zira bir tiyatro oyununun sahnelenişi ve tiyatro oyunculuğu tiyatronun olanakları nedeniyle sinemanın koşullarından ve film oyunculuğundan bambaşka bir noktadadır. Eğer sinemanın ilk çıktığı 20. Yüzyılın başlarında bu film çekilseydi makul karşılanabilirdi ama günümüzde sinemasal anlatımı nedeniyle bu filmi makul karşılamak olanaklı değil. Aydınlatması, kurgusu, oyuncu yönetimiyle sinemadan çok uzak bir iş Erkek Tarafı-Testosteron. Adında testosteron geçen bir filmde erkeklik meselesinin tartışılacağını, güldürü bile olsa erkeklikle ilgili sorunlara değinmelerin olacağını varsayarken ondan da mahrum kaldığımızı görüyoruz. Başka deyişle, film yalnızca İlksen Başarır’ın kariyerine yakışmayan kötü bir iş değil, aynı zamanda yükselen bir değer olarak erkek sorunlarına odaklanan filmler listesi için de kaçırılmış bir fırsat. Şimdi Faruk Aksoy’un yönettiği ve 20 Aralık’ta vizyona girecek olan Erkekler filmini bekliyorum. Yine güldürü türünde olan bu film acaba erkek olma haline, erkek sorunlarına daha samimi ve derinlikli biçimde dokunabilecek mi? Bu tür filmlerin devamı gelecek mi? Bana kalırsa gelecek. Ayaklı testosteron olarak var olan James Bond bile son filminde daha “insan” bir karaktere, zafiyetleri olan bir kahramana dönüştü. Bunun devamı da gelecektir. Tek ihtiyacımız olan daha doğru ve doyurucu, popülizmden uzak örnekler.
- Aysun Akıncı Yüksel