Gelelim, Decameron gibi bir başyapıtın sinemadaki uyarlamasına… Sanırım, İtalyan yönetmenler arasında, Kilise karşıtlığı, Marksistliği, eşcinselliği ve daha birçok özelliğiyle Decameron’u sinemaya hakkıyla uyarlayabilecek nadir yönetmenlerden biridir Pier Paolo Pasolini.
Ortaçağ’ın, Karanlık çağ olarak adlandırılmasının sebebi, Roma İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğunu Kilise’nin doldurması ve kendi hakimiyetini ilan etmesidir. Dini yaşama egemen olan Katolik Kilisesi’nin bununla sınırlı kalmayıp toplumsal, düşünsel, bilimsel, felsefi daha birçok noktaya nüfuz etmesi sonucunda her şeyi dine göre açıklama hastalığı başladı. Ortaçağ’ın illeti, vebadan bile daha tehlikeli olan bu durum, Kilise’nin tek karar merci haline gelmesiyle Katolikliğin etkili olduğu yerlerde insan hayatını adeta cehenneme çevirdi. Çünkü Latincenin yazın dili olarak kullanılması, İncil’in öğretilerini halk tarafından bilinmesini engelliyor; dolayısıyla onları ruhban sınıfının insafına bırakıyordu. Tüm bu baskıya rağmen, değişim ilk meyvelerini Katolisizmin merkezi İtalya’da verdi ve yazarlar, halkın konuştuğu dili kullanarak eserler vermeye başladılar. İşte bu yazarlardan biri olan Giovanni Boccaccio, İtalyan düz yazısının temelini attığı gibi, öykülerinde insanı ön plana koyarak Petrarca’nın izinden gitti.
Ortaçağ İtalyan şiirinde en önemli isimlerden biri Dante’yse, düz yazıda da kuşkusuz Boccaccio’dur. Eserlerini yaşlılığına dek İtalyanca olarak veren Boccaccio’nun, dünyanın ilk öyküsü olarak kabul edilen Decameron’u, yazarı daha yaşamında üne kavuşturan yapıtı oldu. Öykülerini, çağın ticari hareketliliği yüzünden tüccar eşlerini evde bekleyen ve yapacak pek fazla işleri de olmadığından, sıkılan kadınlar için yazdığını söyleyen Boccaccio’nun eseri vebanın Avrupa’yı, bilhassa Floransa’yı kasıp kavurduğu döneme denk düşer. Yaşanan kayıplar nedeniyle umutsuzluğa sürüklenen insanlara, umut ve mutluluk aşılamak amacıyla yazdığını öne sürdüğü bu yapıtı, vebadan kaçarak bir araya gelen yedi genç kadınla, üç genç erkeğin on gün boyunca sırayla anlattıkları yüz öyküden oluşur. Zaten ismi de on günün kitabı olan Decameron, yukarıda bahsettiğim üzere İtalyan düz yazınının temelini attığı gibi aynı zamanda Ortaçağ’ın edebiyat tarzından ayrılarak insanı ön plana koyan, onu önemseyen öyküler anlatarak hümanistik bir yaklaşım sergiler. Evet, anlatılan Ortaçağ öyküleridir fakat Boccaccio’nun onu aktarma biçimi Ortaçağ’ın tanrıyı ve dini ön plana koyan yaklaşımından farklıdır ve her şeyden öte laiktir. Bu açıdan Boccaccio, tıpkı Petrarca gibi çağdaşlarından ayrılan, Rönesans’ın öncüsü bir yazar olur.
Boccaccio eserinde, Ortaçağ’ın Tanrı merkezli öğretilerinden, anlatılarından uzaklaşarak; dönemi adeta yerden yere vurur; Kilise’yi ve ruhban sınıfını her fırsatta iğneler. Yazdığı öykülerin bir kısmı insana dair öğütler içerirken, cinsellik çok açık bir biçimde aktarılır. -Boccaccio’nun cinselliğe bakış açısıyla paralel olarak, Rekin Teksoy’un muazzam çevirisiyle Oğlak Yayınları’ndan çıkan Decameron’un kapağı, görebileceğiniz en ilginç kapak tasarımlarından biridir.- Kilise ve öğretilerinin aksine, cinselliğin aslında insan hayatının bir parçası, insana dair bir şey olduğunu göstermeye çalıştığı gibi, din adamlarının ya da manastır rahibelerinin yaptıklarını da anlatarak bu yolla, müthiş bir din eleştirisi yapar. Skolastik düşünceye, din adamlarına adeta bir saldırıdır Decameron. Boccaccio, eserinde hicvi öylesine güzel kullanır ki, her öyküde tatlı iğnelemeleri hissedersiniz. Zaten öykülerin hemen hepsi keyifle okunan, hatta çoğu zaman güldüren konulardan oluşur. –La fontaine, Geoffrey Chaucer, Alfred de Musset, Chaucer, Goldoni ve daha pek çok yazar gibi Boccacio’nun öykülerinden esinlenmişlerdir.
Gelelim, Decameron gibi bir başyapıtın sinemadaki uyarlamasına… Sanırım, İtalyan yönetmenler arasında, Kilise karşıtlığı, Marksistliği, eşcinselliği ve daha birçok özelliğiyle Decameron’u sinemaya hakkıyla uyarlayabilecek nadir yönetmenlerden biridir Pier Paolo Pasolini. Ortaya koyduğu eserlerde sansasyon yaratan ve bu sebeple feci bir şekilde öldürülerek hayata veda eden Pasolini’nin, böylesine önemli bir İtalyan yapıtını uyarlaması Decameron ve Boccaccio hayranları için büyük önem taşıyor. Hele ki, eserin hakkını da tam anlamıyla teslim ediyorsa tadından yenmiyor. Boccaccio’ya bir iki sekans haricinde sadık kalan Pasolini, kitabı okuyanların zihinlerinden canlandırdıklarından apayrı bir şey getirmiyor önlerine ve Boccaccio’nun dünyasını her yönüyle resmederek büyük bir başarıya imza atıyor.
Pasolini’nin, Yaşam Üçlemesi adını verdiği filmlerinin ilki olan Il Decameron, (diğerleri 1972 yılında çektiği Canterbury Hikayeleri ile 1974 tarihli 1001 Gece Masalları) Boccaccio’nun dokuz öyküsünden oluşuyor. On dört farklı geçiş yapılsa da, aslında Boccaccio’nun anlattığı dokuz öyküden biri ikiye, diğeri de beş parçaya bölünmüş ve bunda altıncı günün beşinci hikayesi olan ressam Giotto öyküsü, Pasolini’nin hayal dünyasıyla birleştirilerek anlatılıyor. Diğer öyküler, neredeyse Boccaccio’nun anlattığı tarzda ilerlerken, bu kısım eklemelerle zenginleştiriliyor ve nihayetinde harika bir sonla bağlanarak, etkileyici bir filme dönüştürülüyor. Böylece Pasolini, arka arkaya anlatılacak bir öyküler silsilesinden ziyade, Decameron’u farklı bir kurguyla resmederek keyifli bir film ortaya koyuyor. Hatta bu bölümlerde bizzat kendisi rol alıyor ve ressam Giotto’yu canlandırıyor.
Pasolini’nin Il Decameron adını verdiği filmde geriye kalan öyküler, Boccaccio’nun anlattığı şekilde ilerliyor. İtalyan Yeni Gerçekçiliği’nin de etkisiyle filmin karakterlerinin amatör oyunculardan seçilmiş fakat bu benim açımdan Ortaçağ havasını daha fazla hissettiren bir detay oldu. Elbette, ufak tefek hatalar vardı ama bizim çok uzak olduğumuz bir çağın insanlarının sanki aslında tam da öyle oldukları hissine kapılmama sebep oldu. Tabi, bu benim fikrim; herkes aynı şekilde izlemeyebilir, hatta bu oyuncu seçimi kimilerini rahatsız dahi edebilir.
Öykülere gelince; Boccaccio’nun en sevdiğim ve hicvi bol öykülerini bir araya getiren Pasolini, at satın almak için pazara giden Andreuccio’nun bir kadın tarafından kandırılıp soyulduğu hikayeyle başlıyor. Ardından Decameron’un en ciddi din eleştirilerinden biri olan manastır rahibeleri öyküsünü anlatıyor. Burada çıplaklığı tam anlamıyla resmeden Pasolini, üçüncü kısımda Decameron’un kapak tasarımına da yansıyan Ranaella’nın başına gelenleri anlatıyor. Dördüncü bölümde ise manastır rahibeleri kadar olmasa da, yine Hıristiyanlığa önemli göndermeler yapan, hayatı boyunca kötülük yapmış bir adamın ölümünden sonra aziz ilan edildiği öyküyü izliyoruz. Ressam Giotto’nun hikayesi bu sekanstan sonra başlıyor ve farklı hikayelerin arasında Giotto’nun, Scrovegni Şapeli’ne yaptığını tahmin ettiğim freskle devam ediyor. Sırf aristokrat olduğu için bir gencin kendi kızıyla ilişkisine göz yuman babayı, erkek kardeşleri tarafından sevgilisi öldürülen Elisabetta’nın acı dolu öyküsünü, bir Papaz’ın Pietro’nun dine olan inancını nasıl kötüye kullandığını ve iki arkadaşın dini sorguladıklarını anlatan hikayelerden sonra Giotto’ya yeniden dönülerek film tamamlanıyor. Bana kalırsa, ressamın freskinin canlandırıldığı sekans ise filmin en ilgi çekici yorumlarından biriydi. Pasolini bu sayede, hem Rönesans ressamı Giotto’ya hem de Boccaccio’nun Giotto’ya olan sevgisine bir saygı duruşunda bulunuyor.
Il Decameron, Pasolini’nin izlenmesi en kolay filmlerinden biri olarak kabul ediliyor. Bunun yanı sıra, içerdiği cinsellik ve Boccaccio’nun öykülerindeki mizahı başarıyla yansıtması İtalya’da bir süre revaçta olan seks komedilerinin öncülerinden sayılıyor. Seçtiği hikayeler ile Boccaccio’nun tarzına uygun olarak hem cinselliği hem mizahı hem de eleştiriyi bir araya getiren Pasolini’nin asıl anlatmak istediği şey ise, Ortaçağ’da geçen bu insanların hayatı ile şimdiki dünya arasındaki benzerlik… Aynı kadın-erkek ilişkileri, aynı aldatmalar, insanların aynı şekilde birbirini kandırması, dolandırması, din adamlarının aynı yozlaşmışlığı, insanların dine karşı aynı iki yüzlülüğü, aynı sahtekarlık… Değişen sadece yüzyıllar, geriye kalan her şey ise yerli yerinde Pasolini’nin anlatımında…
1971’de gösterime girdiği sene, sadece Berlin’de Gümüş Ayı ödülüne layık görülen Il Decameron, aynı yıl Türkiye’de de Decameron’un Aşk Öyküleri diye yine tuhaf sayılabilecek bir isimle gösterime girmiş. 1992’de ise, İstanbul Film Festivali kapsamında yeniden seyircisiyle buluşan Il Decameron’a bu kez, üçlemenin diğer filmleri de eşlik etmiş. Ninetto Davoli ve üçlemenin tamamında rol alan Pasolini’nin fetiş oyuncusu Franco Citti Il Decameron’da başrolü paylaşıyorlar. Yönetmen, filmin müziklerini ise Ennio Morricone’ye emanet etmiş. Özetle; aykırı bir yönetmenin filmografisinde aykırı sayılamayacak, fakat izlenmesi gereken harika bir film Il Decameron. Ortaçağ masallarını sevenlere, şiddetle tavsiye edilir!