Ne yazık ki hayat –aslında insanlar- iyi niyetimizi suiistimal eder. İyimser ve gülümser hallerimizi güçsüzlüğümüzmüş gibi görüp tepemize çıkarlar.
Ve biz bazen öldürmek isteriz…
İşte sinemanın iyiliğine iyi ama tersi fena kadınları ve onların kanatlarını dürüp, katlayıp ellerine oraklarını nasıl aldıklarının hikayesi…
Bu ay size sinemanın tersi fena, intikamı dehşet 4 kadınından bahsetmek istiyorum: Thelma ve Louise’in Thelma ve Louise’i, Kill Bill’in Beatrix Kiddo’su ve I Spit On Your Grave’in (Mezarına Tüküreceğim) Jennifer Hills’i. “Bu konu da nereden çıktı” derseniz, söyleyeyim: Kadınların zıvanadan çıkma eşiklerinin erkeklere nazaran ne kadar yüksek olduğunu düşünüyordum. Fark ettim ki, kadınlar daha uzunca süre sabredebiliyorlar ve zıvanadan çıktıklarında, erkeklerden çok daha büyük yıkımlara imza atabiliyorlar ve hikayeleri daha destansı oluyor. Hollywood’un “sabır taşı çatlamış” kadınlarını bir yokladım zihnimde ve ilk aklıma gelenler yukarıda ismini saydıklarım oldu. Evet, çok daha asabi kadınları sahnelemiştir belki beyaz perde ancak Thelma ve Louise, Kill Bill ve I Spit On Your Grave’deki kadınların ortak bir özelliği var ki, bu kadınlar aslında kendileri iyi huylu ve beklentileri naif kadınlardır ve hayat/kader/insanlar onları çileden çıkarır. Fakat bu karakterleri değerlendirmeden önce kadınlar hakkında birkaç düşüncemi ve gözlemimi paylaşmak isterim.
Kabul ediyorum, dışarıdan bakıldığında, biz kadınlar birbirimize karşı dahi anlaşılmaz yaratıklarız. Mesajlarımız hep örtülüdür; direkt ifadeler kullandığımız pek nadirdir. Her söylediğimizin altında aslında başka bir mesaj vardır. Misal “Sen beni sevmiyorsun” dediğimizde “Beni sevdiğini söyle” demek isteriz. İfade, yapısal olarak bir hüküm belirtir nitelikte görünse de, anlamsal olarak bir ricadır. Bunun gibi…
Kadınlar çoklukla yumuşak kalpli ve yumuşak huyludur. Kadının doğasının kadife bir dokusu vardır; o dokuyu kadının anlayışında, hoşgörüsünde, iyileştirme çabasında, affediciliğinde hissedebilirsiniz. Ne bileyim, mesela, biz pek savaş yanlısı değilizdir. Kasımda aşk başka olsun* ve kalan on bir ayda da öyle devam etsin isteriz. En vahşi kavgalarımızın temelinde naif beklentiler, insani talepler yatar aslında.
Hırçın olmadığımızı söylemiyorum ama o hırçınlık bile bir savunma mekanizmasıdır aslına bakarsanız. Örneğin iki kadın yeni tanıştıklarında şöyle bir klişe vardır: Biri diğerine ne kadar iyi niyetli, anlayışlı ve arkadaş canlısı olduğunu anlatırken, konuyu yandan çarklı bir tebessümle “Ay Handancım, iyiliğime iyiyimdir ama tersim de fenadır” diyerek sonlandırır… Bu aslında “Bak kızım, bana sakın yamuk yapma” demenin kadınsı yoludur.
Ne yazık ki hayat –aslında insanlar- iyi niyetimizi suiistimal eder. İyimser ve gülümser hallerimizi güçsüzlüğümüzmüş gibi görüp tepemize çıkarlar.
Ve biz bazen öldürmek isteriz…
Gelelim sinemanın iyiliğine iyi ama tersi fena kadınlarına ve onların kanatlarını dürüp, katlayıp ellerine oraklarını nasıl aldıklarına…
Thelma ve Louise: Teslim olmayışın hikayesi
Susan Sarandon ve Geena Davis’in başrollerini harika bir “ikili” ruhuyla paylaştığı, Hollywood’un güzide yönetmeni Ridley Scott’ın yönettiği 1991 yapımı bu filmdeki karakterlerin çok da asabi olmadığını düşünebilirsiniz fakat Thelma Dickinson ve Louise Sawyer “psikolojik” direnişçilerdir. Biri kendini kocasına adamış, onun psikolojik baskısı altında kimliğini kaybetmiş, hayatı dışarıdan seyreden, dışı fazlaca dişi ve içi bir o kadar çocuk Thelma ve diğeri ise kristal bir kadeh gibi kırılgan ruhunu, yıllar öncesinde yaşadığı bir trajedinin de etkisiyle maskülen bir tavır altında saklayan zarif Louise… Louise Thelma’da, sürekli bastırmak zorunda olduğu ve bu yüzden nasırlaştırdığı narin doğasını bulmaktadır ve Thelma ise Louise’de, içinde asla olmadığına kendini inandırdığı başkaldırma gücünü… Aslında her ikisi de erkek egemen dünyanın “ötekileri”dir.
Filmin başlangıcında bu iki kadının her şeyi gerilerinde bıraktıkları bir hafta sonu kaçamağı yapma planlarına şahit oluyoruz. Louise’in 1966 model Ford Thunderbird’ünde başlayan masum yolculukları, ilk mola yerleri olan bir kulüpte yaşadıkları cinsel saldırı ve onu takip eden bir cinayetle kaçış hikayesine dönüşür. Onlar, bulaştıkları beladan uzaklaşmaya çalıştıkça, ne polis peşlerini bırakır, ne de erkeklerin acımasız dünyası. Kaçış boyunca yine kandırılırlar, yine aşağılanırlar, yine taciz edilirler. Evde ve işte olduğu gibi kaçışta da ikinci cins** olmanın tüm dezavantajlarını sonuna kadar yaşarlar. Ama ok yaydan çıkmıştır bir kere ve teslim olmaya asla razı olmazlar çünkü teslim olmak demek, uğradıkları tüm haksızlıklara, maruz kaldıkları tüm yanlışlıklara teslim olmak demektir. Oysa onlar yola çıkarken çok masumane bir planları vardı: Birey olma özgürlüklerini kullanmak. Ve bu iki kadın, yolun sonuna geldiklerinde birçoğu için kaybetmek manasına gelen o sona karar verir. Tartışmaya açık olmakla birlikte, benim nazarımda kararları asil bir duruşun ve özgürlüğün hapsedilmez bir olgu oluşunun sembolüdür. Zira finaldeki o şık hareket bir nevi teslimiyet gibi görünse de, mesele ölmek veya yaşamaya devam etmek değil; özgürlüğünü bağrında tutmaktır. Thelma ve Louise, kendi halinde yaşayıp giden iki kadının, dünya üstlerine fazla geldiğinde nerelere uzanabileceğinin destansı direniş öyküsüdür.
Ve benden size küçük bir tüyo: Bir kadın susuyorsa kabulleniyor demek değildir; biriktiriyordur.
Mezarına Tüküreceğim: Şiddet şiddeti doğurur
İlki 1978 yılında Meir Zarchi yönetmenliğinde, Camille Keaton başrolünde çevrilen I Spit On Your Grave 2010 yılında 21. yüzyıl görselliğiyle tekrar beyaz perdeye düştü. Ben şahsen, yönetmenliğini Steven Monroe’nun yaptığı ve başrolünü Sarah Butler’ın üstlendiği 2010 versiyonunu izledim ki, zaten burada yazacaklarım filmin teknik eleştirisi değil, karakter ve olay yapısı olduğu için hangi versiyondan bahsettiğimizin çok da önemi yok.
Jennifer Hills, dünyanın en temiz amaçlarından biri için –yazmak için- şehir hayatından uzaklaşıp ormanlık alanda bir kulübe kiralar ve yazar tabiriyle “kendine kapanır”. Ancak, yalnız, genç ve güzel bir kadın ve ormanlık alan imgelerinin pek tekin olmadığını hepimiz bilmekteyiz. Böyle bir çağrışıma sahip olmak insanlık adına çok üzücüdür ve inanın bu hikayenin insanlık adına en çok üzüleni Jennifer Hills’tir.
Jennifer, dünyanın kalabalığından kurtulup, içindeki sükunete ulaşıp yazabilmek için sığındığı doğada, yerel birkaç adamın akıl almaz işkenceleri ve tecavüzü ile bir yanını mezara gömer, bir yanıyla kaçıp kurtulur. Kurtulmak göreceli bir kavramdır çünkü bazen kötü bir şeyle fiziksel olarak tüm bağlarınızı koparabilirsiniz fakat bir daha asla eski “siz” olmazsınız. Jennifer’ın bedenine uygulanan şiddet ve tecavüzün ruhsal açılımı şudur ki; onun insanlık onuru çiğnenmiştir. İşkence de zaten bu değil midir? Amaç bedeni yok etmek değil, ruhu dağıtmak ve insanlıktan çıkarmaktır. Bu, işkenceciye suni bir güç duygusu verir ve işkenceci bu duyguyla fındık kadar dünyasında krallığını ilan eder. Ancak Jennifer’in işkencecilerinin ve tecavüzcülerinin göz ardı ettiği bir gerçek vardı: Biz kadınlar düzenekler kurabilir, ölüm sahneleri hazırlayabiliriz. Şiddetin alası çıkabilir ellerimizden; yapmıyorsak yapamıyoruz diye değil. Tercih etmiyoruz. Ve Jennifer tercihini intikamdan yana kullanır. Öyle bir intikam ki, bire on veren cinsten.
Bir insana pek çok kötülük yapabilirsiniz ve pek çok kez affedilebilirsiniz. Ancak onun insanlık onurunu çiğnediğinizde sakın af beklemeyin. Jennifer’ın yalvarışlarıyla başlayan film, 4+1 adamın merhamet dilenişleriyle gelişir ve sona erer. Herkes belki Jennifer Hills değildir fakat içinde bir Jennifer Hills potansiyeli barındırıyor olabilir.
Kill Bill veya “Kızım Olmadan Asla”***
Kill Bill, içerdiği oluk oluk kana, onca şiddete rağmen benim için sinemanın en masalsı filmlerinden biridir. Anlatacak çok hikayesi olduğu için Volume 1 (2003) ve Volume 2 (2004) olarak dilimlenen bu muazzam hikayenin beni bu denli avcunda tutmasının sebebi, beyin fonksiyonları diğer insanlarınkinden farklı işleyen yönetmen Quentin Tarantino mudur yoksa Beatrix Kiddo’ya (a.k.a. The Bride) dibine kadar hayat veren mistik kadın Uma Thurman mıdır bilmiyorum fakat bildiğim bir şey var ki, Beatrix Kiddo sinemanın tersi en fena kadınıdır ve benden bir tavsiye isterseniz eğer, bu kadını kızdırmayın derim.
Evet, Beatrix’in geçmişi pek de masum değil. En amiyane tabirle Bill’in tetikçisidir ve bazı kirli işlerin altında imzası vardır. (Ki arada şunu da belirtmek isterim ki David Carradine dünya üzerinde Bill olabilecek tek kişidir!) Ancak bir noktada, Beatrix, kadının o kadife doğasına teslim olur ve her şeyi geride bırakıp huzurlu, derli toplu, baharımsı bir hayat kurmak ister çünkü hamiledir. Bunun için basitçe “kaybolur” ve yoluna koyulur. Heyhat, Bill bunu kabullenemez ve Beatrix’in peşine düşer. Gazetelerde haberler “nikahta dehşet” deseler de aslında nikah provasında Bill, o kilisedeki herkesin canını aldırıverir tayfasına. Beatrix karnı burnunda hamile haliyle kafasına yediği o kurşundan hemen önce son olarak şunu söyler. “Bill, bu senin beb…” 4 yıllık komadan uyandığında Beatrix’in başı hala ağrımaktadır ve karnı boştur. İşte o noktada yaşamsal bir ders vermektedir Tarantino: Asla tetikçinizle ters düşmeyin ve bir kadını asla çocuğuyla cezalandırmayın.
Beatrix’in intikamında öne çıkan unsurlardan belki de en önemlisi düşmanlarını asla arkadan vurmaması ve mutlaka onlarla yüzleşmesidir. Bu, sinemanın çileden çıkmış erkelerinde pek rastlayamayacağınız bir prensiptir zira onlar genelde öldürmeye odaklandıkları için silah kullanırlar. Oysa Beatrix’in derdi öldürmek değil, hesap sormaktır. Ve tek tek sorar hesabını. Beatrix listesindeki isimlerin üstünü çizdikçe siz de hayatta size yamuk yapanların isimlerini bir bir silersiniz geçmişinizden. Beatrix, sizin adınıza da intikam alır, içinizin yağları erir. Ve, O-Ren-Ishii (Lucy Liu) ile hesaplaşması nasıl muazzam sahnelenmiştir ki, kırmızı olup beyaza karışasınız gelir.
Söz konusu 4 kadının gözlerini bu denli karartmalarına neden olan olayları kısaca anlatmaya çalıştım. En başta da söylediğim gibi, aslında hepsinin kavgasının temelinde naif beklentiler, insani talepler yatıyor. Fakat birileri çıkıp onlara bu en temel hakları dahi çok gördüğünde, kadınlar kılıçlarını kuşanmak zorunda kalıyorlar.
Aslına bakarsanız biz kadınlar kedi gibiyizdir. Sıcak bir ortamda, sevgi ve anlayışın gölgesi altında çiçek açar, yeryüzünün göğsünde mırıltılı bir bahar oluruz. Fakat dikkat edin, tersimiz cidden fenadır.
Esra Başak Narin
* Başrollerini Keanu Reeves ve Charlize Theron’un paylaştığı 2001 yapımı aşk filmi
** Simone de Beauvoir’ın “İkinci Cins” adlı eserine atıf
*** Betty Mahmoody’nin sinemaya aynı adlı eserinden uyarlanan kitabı