Çağan Irmak biriktirdiklerini sinemaya ulaştırmaya devam ediyor. Geniş bir zamanı kapsayan hikayeleriyle, hüznü, sevinci harmanlayan anlatımıyla, çocukları da es geçmeden yoluna devam ediyor Irmak. Dedemin İnsanları’nda rol alan Yiğit Özşener ve Gökçe Bahadır’la keyifli bir söyleşi yaptık. Filmde karı kocayı canlandıran iki oyuncunun enerjisiyle bütünleştik ve bizde Dedemin İnsanları’ndan biri olduk… İyi okumalar

Banu Bozdemir / Murat Tolga Şen

Filmde bir neşe ve hüzün iç içe geçmiş durumda sanırım… Bu hüzünlü ve neşeli durum bizi nereye götürecek?

Yiğit Özşener: Yüzde 99 gerçek bir hikaye bu. Bazı şeyler değiştirilmiş vs. İçinde hüzünlü, trajik anlar da barındıran bir hikaye ama bir yandan da sevinçli kıpır kıpır bir yanı da var. Bana şöyle dedi Çağan. ‘Çok trajik şeyler de var ama ciddiye alırsak ben bunu çekemem.’ Ama anlatım dili olarak ağır, ağdalı bir biçimde değil, herkes payına düşeni alsın tarzında çekti.
Gökçe Bahadır: Biraz Ege’nin verdiği bir şey o neşe ve kıpır kıpırlık. Oradan geliyor aslında o ailenin o tavırları, o neşesi. Ama hüzünde var. Çağan’ın anlarım tarzı sündürme üzerine değil. Ama yaşanmış, trajik bir olayı da olduğu gibi anlattı.

Ama bir yandan Çağan ağlatmayı da iyi beceren yönetmenlerden… Yönetmen sinemasının temsilcilerinden Çağan Irmak. Onun filminde çalışmak nasıl bir duygu?

Y.Ö: Ben Çağan Irmak filminde oynuyorum demiyorum, ben iyi bir yönetmenle çalıştım. Ben Çağan Irmak’ın iyi bir yönetmen olduğunu biliyorum ama ‘Bir Çağan Irmak’ filminde oynamak gibi bir derdim yoktu. Bir yönetmen açısından seyircinin gözünde yerini oturtması onun için süper bir şey. Ama ben ne yapmak istediğini bilen çok iyi bir yönetmenle çalıştım. İyi bir hikaye anlatıcısı olduğunu zaten biliyordum.

G.B: Ben Çağan’ın filmlerinde genelde DVD’lerin sonlarında kamera arkası görüntüleri olur ya. Onları izlediğimde Çağan’ın oyuncuları çalıştırma anlarını falan gösteriyordu. Çağan Irmak olarak değil belki ama Çağan’ın beni çalıştırmasını istedim. Çok heyecanlandım. Onun oyuncularıyla diyalogu beni etkiledi.

İlk sinema filminiz değil mi? Evet. Çağan’la olması da güzel olmuş o zaman…
G.B:
Evet çok iyi oldu. Şans diyorum…

Dizilerde bir hayli rol aldıktan sonra sinemaya geçiş yaptınız. Biraz beklediniz sanki? Bilinçli bir tercih miydi?
G.B:
Evet bekledim, tamamen bilinçli bir tercihti. Sinema filmi teklifleri geldi aslında ama bekledim. İlk olacağı için çok özendim. İçime sinen bir şey olsun istedim. İyi ki beklemişim, Çağan’la olacakmış demek ki…

Y.Ö: Gökçe çalıştırmaktan falan bahsetti ya, benim de çok sessiz bir iletişimim oldu Çağan’la. Güzel bir şeyden bahsediyorum ama bunu söylerken. Çok yalnız hissettim kendimi. (Şaka ve gülüşmeler) Çok da iyi anlaştık aslında.

G.B: Ben enerjisinden bahsettim aslında. Oturup saatlerce karakter üzerine konuşmadık aslında. Ben Yiğit’in ne demek istediğini anlıyorum, çünkü Çağan’ın söylediği en ufak şey bile yeterli oldu. Çok korktuğum ve altından kalkabilecek miyim acaba dediğim, bu sahneyi akşama kadar çekeceğiz dediğim sahneler oldu. Çağan hep ‘merak etme, bu sahne olana kadar çekeceğiz’ dedi. Öyle dediği zaman bir dahaki sefere oldu zaten. Rahatlatması çok güzeldi.

Y.Ö: Senaryo tamdı zaten, o çok iyiydi.

Çağan zaten hikayenin ön planda olduğu bir film bu demiş.

G.B: Çok özel bir hikaye. Çağan’ın kendi hikayesi.
Y.Ö: Okurken zaten benim gözümün önüne bir resim, bir ritm ve atmosfer geliyordu mesela. Tamamlanmamış değildi. O senaryonun üstüne sadece oynamak kalıyor. Akıp gidiyor.

Senaryoda 1923’lere uzanıyoruz, seksenlere ve doksanlara geçiyoruz oradan. Biz sizi hangi süreçte izliyoruz, görüyoruz?

Y.Ö: Göç sırasında görmeyeceksiniz. Çünkü orası flash-back’lerden oluşuyor. Dedenin de çocuk olduğu yıllar. Biz yokuz zaten. 80 öncesinde görüyoruz, hemen 80’i yaşıyoruz. 80 sonrasında yaşanan değişimle beraber bu karakterlerin o değişim içinde nasıl devindiklerini görüyoruz.

Şu aralar herkes bir ‘öteki’ olma halinden bahsediyor, herkes birbirine göre bir öteki aslında.

G.B: Biraz da bir yere ait olamama durumundan da bahsediliyor. Oradan da bir şekilde mecbur kalınmış göç etmeye. Bugün öyle bir sürü kişi var. Ne tam oralılar ne artık tam buralılar. Burayı kabullenememe, orada kabullenilmeme durumu olmuş. Öteki olmak biraz da bunu anlatıyor sanırım.
Y.Ö: Değişim dediğimiz şey buradan gelip oraya gidenler, oradan gelip burada kalanlar. Bu kararların hiçbirini gidenler ya da gelenler almamışlar. Bir üst sistem almış bu kararı. Dünyanın birçok yerinde bu böyle. Bize has bir şey değil yani bu. Bunun tartışmasını üst sisteme devrettiğimiz ve günlük hayatımızda devam ettirdiğimiz sürece huzurlu bir hayat olmayacağına inanıyorum. Bu tip problemleri insanların karşılıklı, aynı mahallede oturuyorsa aynı mahallede karşılıklı oturarak çözmesinden yanayım. Başkalarını temsilci olarak atamasından yana değil. Üçüncü kişiler devreye girdiğinde menfaatler değişiyor ve biz günlük yaşamdan, komşuluktan bahsedemez hale geliyoruz. O zaman başka öncelikler devreye girmeye başlıyor. Yoksa bir arada durmamak için hiçbir neden yok ki. Çekilen acılar vardır, ölümler, yokluklar olmuştur ama bunun deva etmesindeki neden üst sistemin aldığı kararlardır. Neyi devrediyoruz biz? Ya da devrettiğimiz şeyi takip ediyor muyuz? Üçüncü kişilerin girdiği her şeyden kıllanırım ben. Tarihte de bunun bir sürü örneği var. İki kişi arasında eşitsizlik varsa, kötü olana ayrıcalık tanınarak olmaz bu. Konuşarak olur, ayrıcalık da avantaja dönüşür.

Film bir dostluk hikayesine uzanıyordur diye tahmin ediyorum…
Y.Ö:
Filmin acıklı bir sonu var. Yüksek, inişleri çıkışları olacak bir film değil de herkesin kendi payına bir şeyler göreceği bir film olarak düşünüyorum. Tatlı tatlı giderken kırılmalar oluyor.

O Çağan’ın sinemasına yakın ve de Yeşilçam’a daha yakın bir anlatım. İnişler çıkışlar yapıyor ve bir şeyler hissetmeye müsaade ediyor.
Y.Ö:
Onun filmlerinde birisi öldüğü zaman insanlar üzülüyor. Oraya kadar taşıyor. Kuzeyli değiliz yani sonuçta. (gülüşmeler)

Geldik o zaman minimal sinemaya…
Y.Ö:
Sinema yönetmenin işidir de benim için hayatın bir ritmi var işte. Dışarıdaki hayatın da ritmini görüyorum. Bu tarafta bambaşka bir ritm görünce yabancılaşıyorum ve ne oluyor diyorum. Neresi burası diyorum. İlla gerçekçi olsun demiyorum, ama filmdeki her şey gerçek bir tek anlatım mı gerçek değil. O zaman onun dibine kadar gitmek gerekiyor. Bir de onu niye günlük hayatın içine yedirmeye çalışıyoruz. Karşı gerçekçi bir anlatımımız olsun o zaman. Ben oyuncu olarak bir malzemeyim. Oynarım dediğim gibi o yönetmenin işi.

Peki daha minimal kalıpları olan bir filmde oynamak ister misiniz?
G.B:
O da bir anlatım şeklidir. Okuduğum, sevdiğim her şeyde oynarım ama sevmediğim bir şey de oynamayı istemem açıkçası. Her yönetmenin anlatım şekli farklı. Çağan’ın anlatım şeklini çok sevdiğim için belki onunla çalışmayı istedim. İzleyip beğendiğin yönetmenin filminde oynamak istiyorsun. Kendimin bile sıkıldığı bir filmde oynamayı açıkçası çok istemem. Heyecanlanmam ve kalbimin atması lazım.

Y.Ö: Seyirci olarak da bakabilmek gerekiyor galiba ya. Evde rafta dursun diye çekilmiyor sonuçta.

G.B. Bu da hep tartışılan bir şeydir ya Seyirci için mi kendin için mi yapılır film diye? Son zamanlarda arttı.
Y.Ö: Sinema bir seyirlik. Paylaşmak için yapıyorsun ve muhtemelen dünyayı bir algılayışın var. Bazı meseleleri sahiplenme biçimin var, bir konuyu seçiyorsun ve o konuyu da görselleştiriyorsun. Bunu kendim için yaptım diyemezsin. Ama şu da olabilir. Yaklaşık sekiz yıldır bu var. Bunun başka bir şeye devşirileceğini düşünüyorum. Böyle işler yapılabilir. Ama neden tercih edildiğinin altının daha çok dolacağını düşünüyorum.

Çağan Irmak aslında popüler sinemayla minimal sinemanın ortasında duruyor.
G.B: ve Y.Ö:
Kesinlikle biz de aynı düşünüyoruz…

Y.Ö: Nuri Bilge Ceylan taklit ediliyor diyoruz ya, neden taklit ediliyor sizce?

Festivallere daha kolay geçiş yapılabildiği için…

Y.Ö: Festivallerde hedef gösterirsiniz. Seyirciyi yönlendirirsiniz. Ödül mekanizmasının öyle bir şeyi vardır çünkü.

Evet haklısınız. Sette nasıldınız, nasıl hazırlandınız rollerinize, Çağan sette nasıldı?

Y.Ö: Benim için senaryo çok tamamdı. Çünkü o hayali kurduruyor. Olmayan bir şey olduğunda çok somut söylüyor.
G.B: Çok fazla kafada soru işareti bırakmıyor. Bir şeyleri oturtamazsın kafanda da gidip konuşma ihtiyacı duyarsın ya öyle bir şey olmadı. Zaten kafasında her şey belli, çekmiş derler ya öyle. Ben hatta ilk sinema filmim olduğu için Yiğit’e sordum. ‘Böyle mi oluyor gerçekten’ diye. Çok zor bir sahnem vardı. Dizi mantığıyla baktım. Ne kadar zamanda çekeriz diye düşündüm falan. Çektik bir kere, tamam oldu, bitti dedi. Kafasındakini aldığı anda bitiyor.
Y.Ö:
Orada şişe mi unutulmuş, bir şey mi olmuş ona bakmıyor. Direkt oyuncuya bakıyor monitörden. Oyuna bakıyor.
G.B: Geceye sarkmış sahnelerden kendisi de hoşlanmıyor. Oyuncunun yorulduğunu ve enerjisinin düştüğünü ve artık ondan istediği performansı alamayacağını biliyor. İdeal yönetmen.

Rolleri sizi düşünerek yazmış olabilir mi?

Y.Ö: Özellikle seni düşünerek yazdım gibi bir şey yok. Ama aklında oyuncular olabilir, ben hissediyorum.
G.B: Kendi hikayesi olduğu için benzerlikler kurmuş olabilir. Ben filmde Çağan’ın annesini, Yiğit de babasını oynuyor. Belki kafasında bir resim çizmiştir. Yazarken bizi hayal etmiş olabilir.
Son olarak seyirci bu filmde neler görecek, neler izleyecek?
G.B:
Güzel bir filme hasret kaldılarsa uzun zamandır o zaman mutlaka izlemeliler. Filmden tatmin olmuş ve mutlu bir biçimde ayrılacaklarına inanıyorum. Güzel bir iş görsünler. Keşke mümkün olsa da ben de her salonda seyirciyle beraber izleyebilsem.

Y.Ö: Eğlenmek için gitsinler, ben güzel bir film seyredeceklerine eminim.

 

 

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.