Hücre, tank ve akvaryum

ALPER TURGUT

 

  1. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde seyirciyle buluşan “Hücre 211” (Celda 211), suç kavramının değişkenliği, masumiyetin göreceliliği, sistemin çıkmazları ve adaletin bozuk terazisi üzerine farklı bir bakış açısı getirmeye çabalayan ve bunu büyük bir ölçüde başaran çarpıcı, sorgulayıcı ve hayli tempolu bir seyirlik, kesinlikle…

 

İspanyolların ünlü Goya Ödülleri’ne resmen damgasını vuran Hücre 211, büyük rakibi “Kırık Kucaklaşmalar”a (Pedro Almodovar) sadece orijinal müziği bırakıp, “en iyi film”in de içinde bulunduğu ödüllerden sekizini kapıp götürmesini bildi. Yönetmen Daniel Monzón, izleyicinin biran olsun gözlerini ayıramadığı sapasağlam bir cezaevi filmi inşa ederek, ilk üçünde ıska geçse de dördüncü uzun metrajlı denemesinde, adeta turnayı gözünden vuruyor. Adli mahkûmların ‘daha insanı koşullarda yaşamak’ davasına, ETA’yı da katarak siyasi bir söylem de kazanan filmin başrollerini Luis Tosar, Alberto Ammann, Marta Etura ve Antonio Resines sırtlıyorlar. Özellikle cezaevi isyanı lideri hem azılı hem de vicdanlı Malamadre’yi canlandıran Luis Tosar, dört dörtlük bir iş çıkartıyor, bu eleman, “Güneşli Pazartesiler” ve “Gözlerimi de Al”da da iyiydi, demek ki; rolünün hakkını veren direkt fark ediliyor. Alberto Ammann da gardiyan olmak üzereyken mahkûma dönüşen bahtsız delikanlı Juan karakterine başarıyla bürünüyor. Sert, yer yer kanlı ve entrikacı bir film bu ve elbette içerde unuttuklarımıza dair. Özetle; sistemi didikleyen yapıtları seviyorum ve sizlere önermekten büyük keyif alıyorum. Hücre 211, umarım tez zamanda gösterime sokulur.

 

CESUR AMA KİŞİSEL BİR SAVAŞ FİLMİ

 

“Lübnan” (Levanon), neredeyse tamamı bir İsrail tankının içerisinde geçen, ilk yirmi dakikasında yakaladığı görselliği ve devamında gelen savaşın yakıcılığını, ne yazık ki; finale taşıyamayan bir film. Screen International, Lübnan’ı “Cehennemdeki 24 saatin hayli kişisel ve yürekten bir tasviri” diye tanımlamış. Evet, cesur ama kişisel, işte buyurun yalın gerçek… Venedik’te Altın Aslan’ı kucaklayan Samuel Maoz (kendisi eski bir tankçı) komutasındaki tank, ürkek, gencecik ve psikolojileri hepten yitik İsrailli askerlere acımamızı sağlıyor, eyvallah, ancak aynı duygu yoğunluğunu Lübnanlı sivillere yansıtmaktan aciz kaldığı da bir gerçek. 1982’deki Lübnan Savaşı’ndan yola çıkılarak dillendirilen bireysel öyküler, haliyle bütünden kopmamıza neden oluyor. Ve unutmak ihanettir; savaş illeti, en çok kadınlara ve çocuklara yönelir. Askerler savaşır, siviller ölür. Ancak yine de bir konuda hakkını vermekte fayda var. Yoav Donat, Itay Tiran ve Oshri Cohen’in başrollerini üstlendiği festival filmi Lübnan için, askerliğini sakıncalı kısa dönem tankçı çavuş (siyah bereli) olarak yapan ben, şunu rahatlıkla söyleyebilirim; 50 tonluk bir metal yığınının içinde film çekmek, lanet bir savaşı, nişancının gözlerinden izlemek hiç kolay değil.

 

SIKIŞMIŞLIK, ÇIKIŞSIZLIK VE ÇIRPINIŞ

 

Mahpushane ve savaştan çıkıp, 15 yaşındaki genç bir kızın, yeni bir hayat, büyümek ve gitmek üzerine çırpınışlarını anlatan festivalin beğenilen filmi “Akvaryum”a (Fish Tank) girelim. Yönetmen Andrea Arnold, derdi olan bir yapıma imza atıyor, oyuncu performansları da (Katie Jarvis, Açlık’tan sonra adını not ettiğimiz Michael Fassbender ve Kierston Wareing) filmi taçlandırıyor. Reşit sayılabilmek adına yaşı büyük adama sevdalanmak, devamında röntgencilik ve seks… Bir tür ‘Lolita’ sendromu… Ezcümle; erken büyümeye can atıyor gençler ve yetişkinlik, kendince bir bedel istiyor.

 

Alper Turgut, Adana’da doğdu, üniversitede gazetecilik okudu. Uzun seneler, çeşitli gazetelerde çalıştı, farklı alanlarda görev yaptı, sendikacılıkla uğraştı. Sonra bir gün (Haziran 2006), şans eseri, çocukluk aşkı sinemaya bulaştı, işte o tarihten beridir, filmler üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.