Kavak Ağacının Gölgesinde, genç yönetmen Kenan Diler’in ilk uzun metraj belgeseli. Belgesel, Van’da yaşayan, Eskici Kafe’nin sahibi Mikail’in, annesinin rahatı ve huzuru için hayalini kurduğu butik otel üzerinden ilerliyor. Ama o otel, yalnızca bir otel değil. Ailesine ve çevresine karşı sessizce ördüğü kişisel direnişin, kendine ait bir alan yaratma çabasının bir sembolü.
Bazı insanlar yüksek sesle isyan etmez, küçük küçük yaşar derdini. Bazen bir kafe açar, bazen bir hayalin peşinden gider. Ama o sessiz çaba, bazen çok büyük bir şeye dönüşür. Mikail’in öyküsünde de tam olarak böyle bir şey var. Ataerkil yapıdan güç alan toplumsal baskı, onun hikâyesi üzerinden sadece Van’a değil, dünyanın dört bir yanındaki insanlara dokunabilecek bir şeyler söylüyor.
Bu yazı, Kenan Diler’le film üzerine yaptığımız sohbetlerin bir derlemesi gibi. Aslında sadece bir söyleşi değil bu. Danışman-yönetmen ilişkisi içinde; filmin ta başından itibaren, fikrini bana ilk söylediği andan çekim sonrası tartışmalarımıza kadar, her aşamada geçen uzun bir yolculuğun özeti. O yüzden bu sohbet biraz da içerden bir yerden: Hem tanıklık hem paylaşım…
Mikail’in gündelik yaşam döngüsünü, geçmişini ve hayallerini neden bir belgesel formunda anlatmak istedin? Seni bu karaktere çeken şey neydi? Derdin neydi ?
Mikail’i ilk gördüğümde, çevresine o kadar farklı bir enerji yayıyordu ki. Sanki o coğrafyada doğmuş ama oraya ait değilmiş gibiydi. Bu beni çok etkiledi. Onun kafesi, annesi ve babasıyla olan bağı, topluma olan mesafesi… hepsi küçük ama çok şey söyleyen detaylardı. Onun o içten direnişini belgelemek, aslında birçok insanın içindeki bastırılmış hikâyeyi duyulur kılmak gibiydi.
Van gibi, sert geleneksel kodlarla çevrili bir şehirde, annesi için butik otel açmak isteyen bir adamın hikâyesi kulağa önce “naif” geliyor olabilir. Ama ben o hayalin arkasında çok daha derin bir şey sezdim: Aidiyetle hesaplaşma, bir tür kişisel adalet arayışı, sessiz bir devrim.
Gerçek hayatta insanlar böyle devrimleri bağırarak yapmıyor; çoğu zaman küçük, sessiz, bazen kafede bir sigara yakarken ya da evde halıya baka baka yapıyor. Belgesel, bu küçük anları yalan söylemeden anlatmama izin verdi.
Derdim, sadece Mikail’in hikâyesini anlatmak değil, aynı zamanda bu coğrafyada büyümüş, toplum baskısını çok tanımış ama yine de kendine ait bir yol açmaya çalışan insanlara bir alan açmaktı. Bu açıdan film, sadece bireysel bir anlatı değil; bir sistemin içinde var olmaya çalışan herkese dair bir şey söylüyor.
Çünkü bazı insanlar bağırarak isyan etmez, bir kafe açar Mikail gibi. Ve o kafe aslında bir manifestodur.
Belgeselde tek bir ana karakterin etrafında dönen bir anlatı kurduğunda, yönetmen ile karakter arasında oldukça hassas bir ilişki doğuyor. Bu bağı kurarken nelere dikkat ettin? Gözlemci, eşlikçi ve bazen tanık pozisyonların arasında nasıl bir denge kurdun?
Aslında en başta şunu kabul etmem gerekti; ben kamerayı ne kadar görünmez kılmaya çalışsam da, orada olduğum sürece görünürüm. Bu yüzden mesele kamerayı saklamak değil, onunla ne kadar dürüst olduğundu. Mikail’le aramızda kurduğumuz ilişki biraz kardeşlik gibiydi. Ne tamamen içindeydim hikâyenin, ne de tamamen dışında. O bana bazen güvendi, bazen benden uzaklaştı, bazen görmezden geldi. Ve ben bu mesafeyi hiç zorlamadım.
Zaten belgesel çekerken en zor şey o ince çizgiyi bulmak; ne fazla içli dışlı olmak ne de sadece bir gözlemci gibi kalmak. Ben bu dengeyi sezgiyle kurdum. Kamera kimi zaman onunla birlikte yürüdü, kimi zaman uzaktan izledi, kimi zaman sadece oradaydı. Benim için önemli olan şu soruydu: “Mikail bu anı ben onun yanında olmasam da yaşar mıydı?” Eğer cevabım evetse, o sahneye dokunmadım.
Kuramsal olarak bakarsak, bu pozisyon “katılımcı gözlemci”ye yakın. Ama ben akademik çerçevelerin içine sıkışmadan, insan olarak var olmaya çalıştım orada. Mikail’in güvenini kazanmak için çok konuşmadım. Dinledim. Bekledim. O bana ne zaman neyi göstermek isterse o zaman çektim. Ve sanırım bu sessizlik, bizim ilişkimizi sağlıklı kıldı.
Evet, seninle yönetmen-karakter, özne-nesne ilişkisi üzerinde çok durmuş, uzun uzun konuşmuştuk.
Filmde dört mevsimi kapsayan döngüsel bir yapı kurdun. Kamera kullanımı, müzik, efektler ve renkler olabildiğince doğal, yalın ve mevsimlerle uyum içinde ilerliyor. Bu yapıyı neden böyle kurdun? Estetik tercihlerini belirlerken seni yönlendiren duygular, düşünceler nelerdi?
Mevsimlerin diline çok inanırım. Zaman, bu coğrafyada sadece saatle değil, rüzgârla, karla, tozla ölçülür. O yüzden hikâyeyi doğanın takvimine göre kurmak istedim. Çünkü Mikail de biraz doğa gibiydi; sessiz, kararlı ve döngüsel.”
Kameranın doğallığı, müziğin azlığı, efektlerin neredeyse hiç olmaması, bunların hepsi aslında bir şeyi “büyütmemek”; içindi. Çünkü zaten gerçek olanın kendi ağırlığı var.
Mevsim döngüsü, hem görsel bir yapı hem de karakterin içsel dönüşümünü yansıtan bir metafor oldu. Mikail’in düşünce hâli, ruhsal yükleri, umutları, her şey doğayla birlikte aktı. Kurmacaya yaklaşan bu biçim sayesinde zamanın düz çizgiselliğinden kurtulduk. Film, zaman içinde ilerleyen bir şey olmaktan çok, zamanın içinde salınan bir şeye dönüştü.
Yalınlığa yönelmemin bir sebebi de fazlalığın bazen hakikati bastırması. Gilles Deleuze’ün sinema üzerine düşüncelerinde dediği gibi, bazen ‘hareket’ değil, ‘zamanın kendisi’ sinemanın nesnesi olmalı. Ben de mevsimleri izleyerek zamanı duyulur kılmaya çalıştım.
Diğer yandan, bu filmde hem gerçekliği gözlemlemek hem de onunla sanatsal bir ilişki kurmak istedim. Kurgu matematiği açısından belgesel sinemanın sınırlarını bir parça zorladığımı söyleyebilirim. Kavak Ağacının Gölgesinde, zaman zaman docu-drama formuna yaklaşıyor; yani yaşanmışlıkları ve gerçek duyguları dramatik bir kurguyla yeniden inşa etmeye çalışıyor. Bunu yaparken de gerçekliği zedelememeye, yalnızca yaratıcı bir biçimde yorumlamaya özen gösteriyor. Mikail’in gerçek hikâyesini olduğu kadar, o hikâyenin ruhunu da sinemasal bir dille aktarmayı amaçladım.
Pek çok ödüllü kısa belgesellerin var. Bu senin ilk uzun metraj belgeselin. Yapım sürecinde seni en çok zorlayan, aynı zamanda en çok dönüştüren anlar nelerdi?
Zorlayan çok şey oldu ama en çok duygusal olarak zorlandım. Çünkü bazı anlar vardı ki, sadece kamerayı değil, her şeyi bırakıp insan olarak orada kalmam gerekiyordu. Aynı zamanda Mikail’in hikâyesini taşımanın da bir sorumluluğu vardı. Mikail’in hayatında ki mahremiyeti koruyarak, onu sömürmeden anlatmak… Bu sınır beni sürekli dönüştürdü.
En çok zorlayan şey, “beklemek” oldu. Dışarıdan bakıldığında basit gibi görünür ama bir karakterin gerçekten kendisi olmasına izin vermek zaman alıyor. Mikail’in hayatı belirli bir alanda ve döngüsel olarak belli bir ritimde akıyor. Onun güvenini kazanmam, kendi özel hayatına dahil olmam ve o döngüsel hayat ritminin içerisinde olmam neredeyse 5 yıl sürdü. Ama bu süreç beni de değiştirdi. Sabırsızlığımı törpüledi. Bir şeyleri aceleye getirmekten vazgeçtim.
Belgeseli bu yıl bitirdin ve prömiyerini İstanbul Film Festivali’nde gerçekleştirdin. Ardından Safranbolu’da “En İyi Belgesel” ödülünü aldın, Documentarist seçkilerinde yer aldın. Gaziantep’ten Kanada’dan, Almanya’dan filminin özel gösterimleri için talepler geldi. Bu yolculuğu biraz senin ağzından dinlemek isterim. Sinema yazarlarının ve seyircinin tepkileri nasıldı?
Benim için çok kıymetliydi. İlk gösterimde seyirciyle birlikte filmi izlemek tarifsizdi. Sessizlik anlarında bile filmle kurdukları bağ hissediliyordu. Safranbolu’da ödül almak, emeğimin görülmesi açısından anlamlıydı. En güzel yorumlardan biri, “Film kendini anlatmadan anlattı” oldu. Sanırım bu benim hep aradığım şeydi. Bu geri dönüşler, belgeselin kamusal alandaki işlevine dair önemli bir veri sunar. İzleyicinin kendinden bir şey bulduğu anlatılar, kolektif hafızayı tetikler. Bu da belgesel sinemanın sadece temsil değil, aynı zamanda ‘duygudaşlık’ yaratan bir araç olduğunun göstergesidir.
Şimdi geldik soruların en zoruna. Lütfen içten cevapla.
Hocam bütün sorularınızı içten cevapladım. Beni tanıyorsunuz.
Biliyorum, biliyorum…
Proje danışmanın Semra Güzel Korver. Neden proje danışmanı olarak onu seçtin, nasıl bir çalışma yürüttünüz? Bu süreçte en çok neye odaklandınız? Onun katkısı bu filmin hangi katmanlarında hissediliyor?
Semra Hoca’yla çalışmak çok dönüştürücüydü. O sadece teknik ya da yapısal anlamda değil, aynı zamanda duygusal ve etik olarak da bana çok şey kattı. Filmin merkezindeki hikâyeyi korumamı, dağılmamamı sağladı. Bazen sadece bir cümlesiyle kafamda her şey netleşti. Filmdeki şiirselliğin, içtenliğin ve sadeliğin arkasında onun yönlendirmeleri büyük rol oynadı.
Danışmanlık süreci, belgesel üretiminin ‘kolektif düşünce’yle nasıl şekillenebileceğine güzel bir örnek. Onun katkısı filmin ritminde, sessizliklerinde ve kesmediğimiz bazı bakışlarda gizli. O yüzden filmin düşünsel katmanı kadar duygusal tonu da onun dokunuşlarını taşıyor.