Fatma Karakuş Kaçmaz’la 8. Kadın Yönetmenler Festivali sonrasında havalimanına giden serviste karşılaştık, filmiyle Antalya Film Festivali’nde en iyi belgesel film ödülü kazanmıştı, kadın yönetmenlerden de en iyi belgesel ödülü gelince hemen sorularımı hazırlayıp kendisine yolladım. Yüzündeki hüzünlü ifade ve anlamlı konuşmasıyla hafızamda yer eden Kaçmaz; Kadranı Olmayan Saat ile doğanın değişimlerini yaşayan insanların izini sürüyor, farkındalıklarını sorguluyor ve dünyanın geç kalınmış bir noktaya doğru sürüklenişini anlatıyor…
İlk belgeselinle dikkat çekici bir işe al atıyorsun, bir yandan da kurumsal işinden istifa ederek bu işe başladığın yazıyor. O süreci biraz senden dinleyelim mi, ilk kıvılcım nasıl oluştu?
Eğitim sektöründe uzun yıllar çalıştım. Kurumsal yaşamın malum itici nedenleri hayatı benim için sürdürülemez kılmaya başladığı noktada kıvılcım oluştu: Kurumsal işimden istifa etmeden bir süre önce Youtube için kısa belgeseller yapmaya başlamıştık zaten, görüntü yönetmenim Serkan Kaçmaz ile. Doğada bulundukça, hayatımın meşguliyetlerini sorguladıkça, kendimi dinledikçe başka bir hayatın mümkün olduğuna inandım ve harekete geçtim. Beş yıl önce doktora tezimin savunma sınavına girmeden önce hayatımın bir kurumu temsil etme dönemini de kapatmış oldum. Girdiğim yeni yolun da sancıları oldu ama şimdi dönüp baktığımda attığım her adım için “iyi ki” diyorum.
Belgeselin oluşum sürecini senden dinlemek isterim, bir yandan zamana yayılan bir işle vakit kaybı olmaması gereken bir süreci anlatıyorsun, nasıl bir planlama yaparak başladınız?
Bizim bir planımız vardı ama hayatın getirdiği sürprizlerle plan durmadan değişti: Kadranı Olmayan Saat’i doktora tezimden uyarladım. 2020 yılı Eylül ayında doktora tezimi savunmam ardından tamamıyla belgesele odaklanma fırsatı yakalamıştık. Elimde sadece tez çalışması sırasında elde ettiğim katılımcı röportajları vardı. Mülakatlara katman oluşturacak şekilde sahadan görüntü almak ve aynı zamanda belgeselde görüşlerine yer vermek istediğim uzmanlarla görüşmek ise sıradaydı.
2020 yılı mart ayında Türkiye’deki ilk Covid vakasının açıklanması ile her birimiz için başlamış olan sıra dışı zamanlar, belgesel için harekete geçmek istediğimizde de devam ediyordu. Sokağa çıkma yasaklarının gevşetildiği dönemleri değerlendirerek uzman görüşmelerini 2021 yılı haziran ortasında tamamlayabildik. Bu tarihten itibaren, pandemi tedbirleri kısmen sürdürülürken de saha çekimlerine odaklanmaya başladık. Saha görüntüleri bizim için çok önemliydi çünkü belgeseli mümkün olduğu ölçüde konuşan kafalardan kurtarmanın bir yolunun da bu olduğunu düşünüyorduk. Saha görüntülerini çekerken 2022 yılının ilk aylarında bir yandan da kurguya başladık. Röportaj kayıtlarından ve son ana kadar çektiğimiz saha görüntülerinden belgeselin şimdiki hâline dönüşmesi için kurguya iki defa oturmak zorunda kaldık.
Bir gece yarısı uykudayken hızlı bir tren içeri dalmış gibi bir gürültüyle ve sarsıntıyla uyandık. Şoke olduk, korktuk, çok korktuk, dehşete düştük, yorulduk. 6 Şubat sabaha karşı evden çıkarken yanımıza sadece kimliklerimizi, telefonlarımızı ve elbette Kadranı Olmayan Saat’in verilerinin olduğu hard diski aldık. Binalara girmenin sakıncalı olduğu birkaç gün ve hatta hafta hard disk hep yanımızdaydı. Deprem sonrası aynı kişiler değildik, evlerimiz de aynı değildi. Apartmandaki evimizi deprem nedeniyle terk etmek zorunda kaldık. Bu nedenle filmin montajı ve son halini geçici süreyle kaldığımız küçücük bir mekânda tamamladık.
Anlayacağınız ilk uzun metraj belgesel filmimiz için inat ettik, yılmadık. Kadranı Olmayan Saat Uluslararası Kadın Yönetmenler Film Festivalinde de Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivalinde de en iyi belgesel film ödül aldı. Bize umut oldu, dilerim bağımsız film yapanlara da umut olsun.
Bu belgesel nasıl çekildi, bir destek aldınız mı yoksa tamamen kendi imkanlarınızla kotardığınız bir iş mi oldu?
Belgeseli kendi imkânlarımızla çektik. Yani Kadranı Olmayan Saat hiçbir kurum, kuruluş ya da kişi tarafından fonlanmadı. Dolayısıyla çekim süreci -pandemi ve yaşadığımız depremlerin de etkisiyle- geniş bir zamana yayılmış oldu.
Antalya Altın Portakal’dan sonra Kadın Yönetmenler Film Festivali’nden ödül aldın, bu maksatla ülkemizdeki festivallerin durumunu, jüri kararlarını ve çekilen belgesellerin nitelik ve niceliklerini nasıl bulduğunu soralım…
Film festivallerini her şeyden önce ‘kamusal alan’ olarak gördüğümü belirtmeliyim. Festivaller; izleyicilerle film üretenlerin bir araya geldiği, merkezinde filmlerin olduğu ancak sadece filmlerle sınırlı olmayan gündelik yaşamın sınırlarının aşılarak bu filmlerin tetiklediği daha iyi bir dünya tahayyülünün tartışıldığı alanlar. Festivallerin benimsemesi gereken temel ilkenin de bu amaç doğrultusunda kendilerini var etmek olduğunu düşünüyorum. Hak ve özgürlüklerin ifade edildiği temel hukuk metinleri sınırları içerisinde olmak kaydıyla film festivallerinin herkese ve her düşünceye açık olmadığı ölçüde de sakatlandığı görüşündeyim. Daha açık ifade etmem gerekirse var oluş amacına uygun olarak herkese eşit mesafede durması gereken festivaller ‘özel alan’a dönüştüğü ölçüde kusurlu hâle geliyor. Bağımsız belgesel film yapımcısı ve yönetmeni olarak bu konuda şanslı olduğumu düşünüyorum, Türkiye’de belgesel filmimle katılabildiğim iki festivalde de hem 8. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivalinde hem 61. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivalinde yaptıkları işin her türlü sorumluluğunu taşıyan kişilerin oluşturduğu bir iklime şahit oldum.
Nitekim ülkemizdeki festivallere dönük eleştirilerin merkezinde de ‘özel alan’a dönüşeyazan, dönüşen ve bu duruma direnen festivallerin filmlere ve dolayısıyla topluma yönelik tavırları var. Oysa bırakın uluslararası kaynakları bizim temel hukuk metnimizde (Anayasa-madde 27) bile herkesin (bilim ve) sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma… hakkı koruma altında. Festival ögelerinin her birinin (düzenleyeninden danışmanına jürisine kadar) festivalin her türden en çok da etik sorumluluğunu taşıyabilecek kişilerce yapılmamasının ceremesini sadece film üretenler değil aynı zamanda ve nihayetinde toplum çekiyor.
Festivaller sadece festival düzenleyicilerin inisiyatifine bırakılamayacak kadar önemli. İfade ettiğim çerçevede ‘olması gereken’e dönük bir talep oluşturmak, bu talebi dile getirmek hepimizin görevi. İşler yolunda gitmeyebilir ancak işlerin yola gelmesi için birlikte hareket etmek, iletişim kurmak ve var olanı daha iyiye çevirmeye çabalamak dışında bir seçenek yok bana göre.
Bakanlık tarafından desteklenerek üretilenlere bağımsız yapımlar dahil edildiğinde Türkiye’de kabaca yılda 100-150 belgesel üretiliyor diyebiliriz. Belgesel çekmek artık pahalı, büyük ve ağır ekipmanlar yerine görece ucuz, taşınabilir ve hafif ekipmanlarla da mümkün günümüzde. Belgesel üretim araçlarına erişimin önceye göre kolaylaşması prodüksiyon aşamasında kabaca eşitlenen koşullar altında bana göre belgesel üretiminin teorik kısmını ya da yaygın adıyla hazırlık kısmını öne çıkarıyor. Belgeselde konunun iyi bilinmesi, sınırlarının iyi çizilmesi, konuya yaklaşımın sade bir dille ifade edilebilir olması ve belgeselin mesajının evrensel değerlerle örtüşmesi gibi unsurlarla çerçevenin baştan kurulması, çekim aşamasında olduğu kadar kurgu aşamasında da işi kolaylaştırıyor. Üzerine iyi çalışılmış, kolaya kaçmadan üretilen ve çekilen azımsanmayacak sayıda belgeselin varlığını biliyorum. Ancak her bir üretimin belgesel sinemanın varlığını zenginleştirdiğinin ve güçlendirdiğinin de farkındayım.
İklim değişikliği çokça duyduğumuz ama altı toplumsal aranda boş bir kavram gibi sanki… doğadan kazanç sağlayan kişilerin bu durumu sorgulama biçimi de o oranda ironik, bu süreci kayda alırken sizin hissiyatınız ne oldu tam olarak?
Röportajları yapmadan önce literatüre-okuduklarıma dayanan bir yargıyla sahadaydım. Yani yüzde doksanlara varan bir iklim değişikliği farkındalığı ön kabulüm vardı. Burada söz ettiğim insan kaynaklı iklim değişikliği bir diğer ifade ile iklim krizi elbette, doğal döngüsündeki iklim değişikliği değil. İlk görüşmelerin birinde tarım sigortası yaptırıp yaptırmadığını sorduğum bir katılımcının cevabı ve gerekçesi dikkatimi çekti. İklim değişikliğine yaklaşımlarını açık eden tarım sigortası odaklı bu kısma belgeselde yer vermedim ancak sahada karşılaştığım literatür için yeni olan bu durum benim için de yeniydi, şaşırtıcı oldu. Sonraki görüşmelerimde sahadan çıkan bu bilgiyi de sorularıma dahil ederek devam ettim. Araştırmacının dünyasındaki iklim değişikliği arka plan bilgisi ile cevaplayanların dünyasındaki iklim değişikliği arka plan bilgisinin örtüşmemesi bu konuyu en baştan ele almayı gerektirecek kadar önemli bana göre.
Eskiden politik başkaldırıların odağında doğa ve iklim değişikliği yoktu ama şimdilerde toplumsal tepkilerin baş aktörü oldu. Bu farkındalıkla mı yoksa doğaya karşı girişilen savaşla mı ilgili?
Her ikisiyle de ilgili olduğunu düşünüyorum. İki yüzyıl önce endüstriyel üretim başladığında emek aleyhine işleyen bir düzenin varlığı hemen dikkat çekti. İnsanlar örgütlenerek bir bilinç oluşturdular, mücadele ettiler ve bugün o dönemle kıyaslandığında daha insani bir çalışma düzenine kapı araladılar. Çalışma saatlerine getirilen üst sınırlar, dinlenme hakları vb. O dönem de doğa unsurlarının sınırsızca kullanımı söz konusuydu. Ancak doğal kaynakların sınırsızmış gibi kullanılmasının belirgin sonuçları yakın tarihte açığa çıktı. Ekonomik olarak sınırsız büyüme hedefinin dünyadaki yaşamı ve canlılığı tehdit etmesinin bir veriye dönüşmesiyle karşıt hareketin oluşması da kaçınılmaz oldu. Düne kadar sadece emek odaklı olan hak taleplerine bilinç düzeyi arttıkça doğa odaklı hak talepleri de eklemlendi ve eklemlenmeye devam ediyor.
Bu belgeselle ilgili nerelere gidildi, kaç kişiyle görüşüldü? Araya serpiştirilen doğa görüntüleri de çok özel yerler belli ki… Dikkat edilmezse bu görüntülerin yok olması, dünyanın çoraklaşma süreci ne kadar bir zamana yayılıyor, o süreç başladı ama devletler bazında da pek ciddiye alınmıyor sanırım…
Belgesel katılımcılarını iki kısma ayırırsam; geçimini doğadan sağlayan katılımcılar için Adana, Osmaniye, Mersin, Hatay, Kahramanmaraş, Isparta ve Antalya illerinde 20 farklı noktaya gittik ve 21 kişiyle görüştük. Uzman katılımcılar için ise İstanbul, Ankara ve Balıkesir’e giderek 3 uzmanla görüştük.
Belgeselde benimsenen dilin bir bölümünü felaket ögeleri göstermek yerine neyi kaybediyor olduğumuza odaklanmak oluşturuyor. Bu nedenle araştırma sınırları içinde kalarak mümkün olan en iyi doğa görüntülerini belgesele taşıdık. Belgeselde hiç stok görüntü kullanmadık, ihtiyaç duyduğumuz ama bizim elde edemediğimiz görüntüler için Kurtuluş Murat Yüksel ve Deniz Sarıgil imdada yetişti. Sesleri sahadan kendimiz topladık. Doğanın sesini, rengini öylece korumamız gerektiğine inandığımız gibi belgeselde de olduğu gibi kullandık. 12bin km yol yaptık; izleyici bizimle sarı sıcakta terledi, Davraz Dağı’nda üşüdü, turacın da sesini duydu, cırcır böceğinin de.
Yapılan çalışmalar iklim krizinin şu aşamada önlenebilir ve sonuçlarının öngörülebilir olduğunu ortaya koyuyor. Öngörülen ve yaşanıyor olan sonuçların bir kısmına belgeselde de yer verildi; ortalama sıcaklıkların artmasına bağlı olarak bozulan yağış rejimi, artan kuraklık bunlar arasında. Ancak bir noktadan sonra doğal sistemin ne tür bir tepki vereceğinin öngörülemeyeceği de belirtiliyor. Yapılan çalışmalara göre o dönülmez noktaya yaklaşık 4 yıl 2 ay kaldı. Bu çok önemli ve hayati meseleye olan her düzeydeki ilgisizliğin nedenlerini belgesele taşıdık zaten. Bugün ve yıllar sonrası için hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı bir döneme geçiş sürecini, bu geçiş sürecinde tarafların tutumunu ele alan bir belgesel çektik, zamanı mühürledik.
Bu süreci çekerken yolda eklemlenen, eksilen yerler oldu mu, yani aklınızdaki belgeselin ne kadarını izliyoruz burada, bir de bu belgeselin sizin için en etkili anı, kişisi ya da sözü oluştu mu?
Belgesel için çok fazla röportaj kaydı vardı elimizde. Belgeselin gerek senaryo gerek kurgu aşamasında çalıştıkça netleştiğim bir sonuç oldu bu, katmanların her birini belgesele taşımayı uygun bulmadım; anlaşılabilir, sade, akıcı bir metin hedefleyerek temel senaryo çalışmasını tamamladım. Çekimler doğada gerçekleştiği için hava koşulları, hayal ettiğim bazı sahnelerin teknik olarak pahalıya mal olması yani bütçe kısıtları… gibi durumlar nedeniyle prodüksiyon aşamasında alternatif çekimler yapmaya ve onları kullanmaya zorlandığımız durumlar oldu. Yani aklımdaki belgeselin teorik olarak tamamını, teknik olarak da çok büyük bir kısmını belgesele dönüştürdük diyebilirim.
Belgeselimizde görseydik çok mutlu olacağımız bir uzman daha vardı, Prof. Dr. Murat Türkeş. Eşini kaybetmesi nedeniyle ertelenen görüşmemiz maalesef hiçbir zaman tamamlanamadı.
Son sorunuza gelirsem belgeselin hâlâ unutamadığım sözleri var belleğimde, çoğunu da belgesele taşıdık: “Adana yayla olacakmış…”, “Eskiden taşın başına eksem kazanırdım…”, “İklim değişikliği diye bir şey duydum ama hiç yaşamadım…” gibi.
Bu belgeselin süreci devam ediyor ama bundan sonra yeni bir belgesel gelecek mi, onun konusu ne olacak?
Evet, Kadranı Olmayan Saat’in festival süreci devam ediyor. Diğer taraftan emek piyasasıyla ilgili yeni bir belgesel projem var, üzerinde çalışmaya başladım sayılır. Akademik alışkanlık olsa gerek belirlediğim temel kitaplar var, okuma aşaması zaman alsa da okumak bir konuyu çok yönlü düşebilmenin ve yazmanın aracı benim için.
Son olarak neler söylemek istersin?
Öncelikle size teşekkür ederim, sorularınızla bana alan açtığınız için. Son olarak da şunu belirtmek isterim: İçinde bulunduğumuz hukuksuz, eşitsiz, ayrımcı ve cinsiyetçi dünyada bu durumla mücadelenin bir şekilde içinde olan herkese selamlar ve sevgilerimle.