Bu yıl 44. İstanbul Film Festivali’ni takip etmek, sinemanın ekonomik kriz gerçeği altında nasıl ayakta kalabilme direnci gösterdiğine de tanık olmak açısından ilginç bir deneyimdi. Festival, 11–22 Nisan 2025 tarihleri arasında gerçekleşti ve 139 uzun metrajlı, 15 kısa filmle sinemaseverleri ağırladı.
Bilet fiyatları 240-345 TL arasında değişirken, öğrencilere yönelik 30 TL’lik Eczacıbaşı Genç Bilet uygulaması kontenjanla sınırlıydı. Genel olarak salonların doluluk oranlarında geçen yıllara göre düşüş gözlendi.
‘Nerdesin Aşkım’ bölümü yok diye protesto edenler oldu; ancak LGBTQ izleyicisinin ilgisini çekecek kadar çeşitli bölümlere dağılmış epeyce film vardı programda,
Ulusal Yarışma’yı kaldırarak yerli filmleri Uluslararası Yarışma içine alan festival, sektörün tepkisini önlemek için olsa gerek, 15 filmin 8’ini sinemamızın yapımlarına ayırmıştı. Yine aynı şekilde, Ulusal Belgesel bölümü kaldırılmış; belgeseller çeşitli kategoriler altında festivale dahil edilmişti. Hatta belgesel sinemacıların tepkisini hafifletmek için, Belgesel Sinemacılar Birliği (BSB) Ödülü dizayn edilmişti. Iyi ki edilmiş, yeni bir boyut katmış oldu belgesel sinemamıza.
Festivalin açılış töreni yapılmadı. Ödül töreni ise oldukça sade bir biçimde, hızla ödüller sahiplerine takdim edilerek gerçekleştirildi. Basın gösterimleri Pera Müzesi Sineması’nda yapıldı. Elbette seçkideki bütün filmleri izleyemedim ancak izlediklerim arasında dikkatimi çeken filmler şunlar oldu:
O Da Bir Şey Mi – Pelin Esmer (2024)
Pelin Esmer’in filmi, Söke Film Festivali için kasabaya gelen ünlü yönetmen Levent ile otelde kat görevlisi olarak çalışan genç Aliye’nin yollarının kesişmesini konu alıyor. Anlatım biçimi, mekân kullanımı, çoklu karakterler ve oyuncu yönetimiyle öne çıkan film, bana göre Esmer’in filmografisindeki en iyi film. Zaten en iyi senaryo ödülünün sahibi oldu.
Atlet – Semih Gülen & Mustafa Emin Büyükcoşkun (2025)
“Atlet”, uluslararası olimpiyatlara hazırlanan halterci Hatice’nin yaşadığı zorlukları ve maruz kaldığı baskıları ele alıyor. Film, güçlü bir karakterin sistematik baskılar karşısında nasıl yalnızlaştığını ve manipüle edildiğini çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Ancak bazı anlatım tercihleri, karakterin dönüşümünü tam anlamıyla yansıtmakta yetersiz kalsa da festivalden en iyi kurgu ödülünü almaya hak kazandı.
Hysteria – Mehmet Akif Büyükatalay (2025)
Mehmet Akif Büyükatalay’ın “Hysteria” filmi, 1993’te Almanya’nın Solingen kentinde beş Türk’ün öldüğü ırkçı kundaklama saldırısını merkeze alan bir film setini konu alıyor. Film, temsiliyet, kimlik ve hafıza gibi konulara çok katmanlı bir yapıyla yaklaşıyor.. Başroldeki Elif’in gözünden izlenen olaylar, seyirciyi karakterlere mesafeli kılacak şekilde kurgulanmış. Film hızla akıyor, sürenin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Ancak filmin finali, güçlü atmosfer ve çatışma dinamiğine rağmen tahmin edilebilir bir şekilde sonuçlanıyor.
Film, 75. Berlin Uluslararası Film Festivali’nin Panorama bölümünde Europa Cinemas Label Ödülü’nü almıştı.
Le Mohican – Frédéric Farrucci (2024)
Frédéric Farrucci’nin yönettiği “Le Mohican”, Korsika kıyılarındaki mafya talanını ve bir keçi çobanının kahramanca direnişini anlatıyor. Film, sosyal medya etkisini de dahil ederek, bir isyanın nasıl şekillenebileceğine dair ipuçları sunuyor. Gerçekçi bir bakış açısıyla olayları ele alan film, toplumsal yozlaşmaları işlemesi bakımından önemli bir yapım olarak öne çıkıyor.
Film, 2024 Selanik Film Festivali’nde Fischer Seyirci Ödülü’nü kazanmıştı.
Under the Volcano – Damian Kocur (2024)
Film, savaşın ortasında kalan bir ailenin trajedisini merkeze alıyor. İspanya’daki tatillerinin dönüş günü ülkelerinin savaşa girdiğini öğrenen aile, bir türlü Ukrayna’ya geri dönemez. Film, savaşın bireyler üzerindeki psikolojik etkilerini ve aile içi dinamikleri derinlemesine inceliyor.
Toronto Uluslararası Film Festivali’nde prömiyerini yapan “Under the Volcano”, Polonya’nın 2025 Oscar adayı olarak seçilmişti.
Ekonomik zorluklar ve toplumsal meselelerin gölgesinde gerçekleşen festival, sinemanın hayallerimizi ve gerçeklerimizi paylaşma gücünü bir kez daha gösterdi. Sinemanın kolektif bir üretim ve paylaşım alanı olduğunu bir kez daha hatırladık. Sinemanın bu birleştirici ve dönüştürücü etkisine tanıklık etmek, her zaman olduğu gibi bu yıl da iyi geldi…