24 Ağustos’ta sadece 25 kopya ile Başka Sinema dağıtımcılığında Polonya menşei bir film vizyona girdi; Yüz, orijinal adıyla Twarz. 2018 Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’ne layık görülen bu filmin yönetmen koltuğunda kendi ülke sinemasını, halkının sosyolojik değerleriyle eğip büken bir isim oturuyor: Malgorzata Szumowska.
Doğu Avrupa sinemasına ve festival meraklılarına yabancı bir isim değil aslında Szumowska. 2015 tarihli bir önceki filmi Beden (Cialo) ülkemizde hem festivallerde gösterilmiş hem de vizyona girmişti. Szumowska’nın taze toplumsal eleştirisi Yüz (Mug/Twarz) de bu senenin nisan ayında, 37. İstanbul Film Festivali kapsamında şanslı seyircilerle buluşmuştu.
Yeni Polonya sinemasında lafını sakınmayan ve Batı camiasında da pek çok saygın ödülle karşılanan yönetmen Malgorzata Szumowska, ülkemizde nihayet vizyon şansı bulan Yüz ve önceki iki filmi ‘Beden’ ve ‘W imie… (In The Name of)’ ile geçmişten günümüze kendi ülkesi için neler söylüyor, biraz ona da bakmak lazım.
Öncelikle hafızaları tarihsel açıdan tazeleyelim. Polonya toprakları 1945’te II. Dünya Savaşı bitiminde hem coğrafyanın hem de savaşın getirdiği koşullarla Sovyet Rusyası’nın ve demir perde bloğunun rejimsel olarak bir parçası oldu. Komünist yönetim pratiklerinin ekonomik ve sosyolojik olarak en net biçimde devreye sokulduğu ülkelerden biri olan Polonya, 1980 sonrası başlayan tersane ve işçi grevlerinin ‘meyvesini’ neredeyse 10 yıl sonra, 30 Ocak 1990’da komünist rejimin seçimlerle fiilen yıkılması ile aldı. Tabii bu ‘seçim başarısından’ henüz 2 ay önce, Berlin Duvarı için yıkım kararı çıktığını ve bu kararın hızlıca devreye sokulduğunu hatırlatalım.
45 sene boyunca komünist değerle yaşayan Polonya halkı, diğer demir perde ülkelerinden bir yönüyle ayrılıyordu öte yandan. Geçmiş köklerine sıkı sıkıya bağlı olan Lehler, Stalin’e rağmen dinlerinden taviz vermek istemiyordu. Bazı sosyalist ülkelerin anayasasına bile girmiş olan ateizm, Katolik Leh halkı için kabul edilemezdi. Hatta komünizmin ülkede devrilmesinin en önemli destekçilerinden birinin 1978’de Vatikan tarafından papa seçilen II. Jean Paul olduğu biliniyor.
Bugün bile, AB üyesi olan Polonya Cumhuriyeti, tüm Avrupa’nın en dindar ülkelerinden biri olarak gösteriliyor. İşte Malgorzata Szumowska gibi Polonya sinemasının taze yüzü olan sinemacıları, tüm bu sosyolojik etmenlerle değerlendirmek gerekiyor.
2013 tarihli ‘W imie… (In The Name of)’ filminde Szumowska, hikayenin merkezine küçük bir kasabaya gönderilen bir rahibi koyar. Başlangıçta, rahip verdiği vaazlarda ve toplum önünde Tanrı’nın yolunda bir çizgide gibi görünse de, kendi içerisinde bölünmüşlük yaşayan, bir yandan da ızdırap çeken bir din adamıdır; zira Katolik’in tamamen lanetlediği biçimde eşcinseldir. Ve gönderildiği kiliseye bağlı, kimsesiz genç erkeklerin barındığı bir merkez vardır. Genelde sorunlu ve haşarı gençlerin bir arada bulunduğu bu merkez, rahibin kendi benliği ile yüzleşmesine, yaşamını ve inancını sorgulamasına yol açacaktır. Szumowska, bu yapımda Katolik kırsal Polonya’nın ikiyüzlülüğünü, kendisinden olmayana karşı acımasızlığını ve iyi niyetli bir din adamının sırf cinsel yönelimi yüzünden çektiği ızdırabı oldukça çarpıcı ve dramatik biçimde beyazperdeye taşır.
2015 yapımı Beden (Cialo) ise “W imie… (Adına)” kadar doğrudan dini referanslarla bezeli olmasa da spiritüel açıdan inançlara yaklaşımı sorgulayan bir yapım. Yine Michal Englert ile senaryoya beraber imza atan yönetmen Szumowska bu sefer, dinden uzak bir avukatın, eşinin ölümü sonrası kızıyla yaşadığı çıkmazı beyazperdeye aktarıyor. Birden çok kez intihara kalkışan ve annesinin ölümünden babasını sorumlu tutan kızını bir rehabilitasyon merkezine teslim eden baba, burda aynı zaman psişik güçleri olduğunu iddia eden Anna adlı bir psikiyatr ile tanışacaktır. Anna’nın tedavi amaçlı düzenlediği seansların psikolojik gerilimden ziyade kara komedi öğeleri içerdiğini belirterek ilerleyelim ki Szumowska’nın inancı-inançsızlığı nasıl bir çizgiden sorguladığını da ifade etmiş olalım.
Gelelim 2018 yapımı, son filmi Yüz’e (Twarz/The Mug). Zira Yüz A’dan Z’ye tüm temalarıyla irdelenmeyi hak eden bir yapım. Öncelikle elimizdekilere bakalım: Kendisini metal müzikle ve hatta metalin dünyadaki en popüler kültür metası olan Metallica ile ifade eden, Polonya’nın küçük bir köy taşrasında, ailesi ile çiftlik hayatı süren bir gençtir Jacek. Bir yandan taşranın gençlerine iş imkanı sunan ve Batı Polonya’nın gurur kaynağı olarak gösterilen, devasa ‘Kral İsa Heykeli’nin inşaatında çalışırken, diğer yandan da yeteri kadar para biriktirip İngiltere’ye ‘kapağı atmanın’ hayalini kurar. Yani 1990 sonrası kuşağın ‘ayrıksılarının’ ana hatlarıyla temsilcisidir. Tüm ‘metalciler’ gibi saçları uzundur, siyah tişört-kot ceket kombinleri giyer, e yakışıklıdır da ve kendisiyle beraber bu taşradan gitmenin hayalini kuran bir sevgilisi vardır. Köydekiler dinlediği müziği eleştirse de onu severler, iyi bir insandır Jacek; yardımseverdir, hayattan keyif alır, eğlenceli bir gençtir ve kendisini yaptığı işe adamıştır. Derken bir gün talihsiz bir kaza geçirir ve kendisini kalben de adadığı İsa Heykeli’nin inşaatı, o güne kadar sürdürdüğü hayatının da sonu olur.
Kahramanını, elim bir kaza ile öldürmeyen ama onu genç yaşta sürünmeye mahkum eden öyküsüyle Malgorzata Szumowska filmografisinin şimdiye kadarki en iyi işine imza atıyor zannımca. Hem içinden çıktığı toplumun ve dindarlığın ikiyüzlülüğüne oklarını fırlattıkça fırlatıyor hem de onulmaz bir bedensel değişimin birey psikolojisi üzerindeki biricik, tekil sarsıcılığını anlatma cesaretine soyunuyor. Jacek iş kazasından sonra hayatta kalıyor ama başta o yakışıklı yüzü olmak üzere tüm bedeni, varlığı allak bullak oluyor. Polonya’nın ilk ve büyük yüzdeyle en başarılı yüz naklini oluyor ama köye, ‘eve’ döndüğüne gördüğü muamele modern bir Frankestein’ın bile ötesine geçiyor. Zira bırakın nişanlısını, sevdiği kadının ailesini ya da sosyal çevresini, kendi öz ailesi bile ‘evde bir canavar var hissiyatını’ gizleyemiyor Jacek’ten. Yanında tüm dürüstlüğü ile sadece ablası kalıyor, metal müzik tutkusunu dışında sığınacak limanı olmayan Jacek’in; gerisi içine düştüğü kocaman, simsiyah bir boşluk…
Leh halkının at gözlüğü ile benimsediği değerleri ve doğruları çıkarcı bir ahlak politikası üzerinden yargılayan Szumowska, 45 yıllık komünizmi yıkmış, üzerine ekonomisini bir şekilde ayağa kaldırıp AB’ye bile girmiş olan – Polonya’nın AB’ye katılımı birliğin kendisi içerisinde vakti zamanında pek çok ekonomik kaygıya ve tartışmaya neden olmuştu- vatandaşlarının katı dini duvarlarla örülü yaşam pratiklerini de yerden yere vurmaktan çekinmiyor.
Ve finalinde bas bas bağırıyor: en büyük heykeli yapmak sizi en ahlaklı Katolikler yapmayacak! Tıpkı ‘en büyük adalet sarayını’ yapınca en adaletli ülke olunmadığı gibi…
Polonya sinemasının en dinamik yüzlerinden olan Malgorzata Szumowska’nın gelecek projelerini heyecanla bekliyoruz…
twitter.com/duygukocabayli