The Devil Inside (2012) ve Wer (2013) gibi düşük kalibreli korku filmleriyle tanınan William Brent Bell’in yeni filmi The Boy, reklam kampanyasının başarısından mıdır, yoksa korku sinemasındaki kötücül oyuncak bebeklerin cazibesinden midir bilinmez, daha görücüye çıkmadan çok fazla konuşuldu. Ocak ayının sonundan itibaren dünyanın birçok ülkesinde gösterime giren filmin, Türkiye gösterim tarihi belirsizliğini koruyor.
Yaşadığı kötü ilişkinin izlerinden ve eski sevgilisi Cole’dan tamamen kurtulmak isteyen Greta isimli genç kadın, Amerika’dan kalkıp, Heelshire ailesinin küçük çocuğuna dadılık yapmak üzere İngiltere’ye gelir. (İngiliz bir aile geçici bir iş için neden taa Amerikalardan dadı getirir, tam bir muamma.) Maddi durumları gayet yerinde olan Heelshireların malikânesine ulaşan Greta, burada yaşlı çift ve onların küçük oğlu Brahms ile tanışır. Ama ortada bir gariplik vardır: Brahms, 7-8 yaşlarındaki bir çocuğun boyutlarında bir porselen bebektir. Evin kimi ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü Malcolm, Greta’ya işin aslını anlatır. Brahms, 1991 yılında çıkan bir yangında, henüz sekiz yaşındayken ölmüştür. Oğullarının ölüm acısını bu porselen bebek ile dindirmeye çalışan yaşlı çift, ona canlıymış gibi muamele etmektedir. Heelshirelar tatile çıkar ve Greta, Brahms ile koca malikânede tek başına kalır. Bir süre sonra bir dizi garip olay gerçekleşir ve genç kadın, porselen bebeğin gerçekten canlı olduğuna inanmaya başlar.
Tamamı, korku sinemasının bayıldığı mekânların başında gelen, koca bir malikânede geçen The Boy, tek mekân avantajını atmosfer yaratma adına lehine kullanmayı başarmakta güçlük çekmiyor ki filmin nadir iyi taraflarından bir tanesi bu. (Gerçi bundan bile ne kadar faydalandığı tartışılır.) Oyunculuklar için de olumlu şeyler söylenebilir. Türkiye’de de bir hayli popüler olan TV dizisi The Walking Dead’in Maggie’si olarak bilinen Lauren Cohan, Greta rolünde senaryo elverdiğince inandırıcı bir karakter çiziyor. Korku severler Malcolm rolündeki Rupert Evans’ı ise 2014 yılının en iyi korku filmlerinden biri olan The Canal’dan hatırlayacaktır.
The Boy’un tamamen finaldeki sürprize bel bağlayan zayıf bir öyküsü var, hatta 10-15 dakikalık bir kısa filmi ancak kurtarabilecek bir öykü. Bu yüzden bazı çok bilindik klişelerden faydalanarak finale doğru giden yolun üzerine dikkat dağıtacak ekmek kırıntıları serpmek zorunda kalıyor. Önce Child’s Play (Chucky) serisi ve Annabelle gibi katil oyuncak bebek filmlerinin izinden giden bir başlangıç yapıyor. Tam o tarafa doğru yoğunlaşırken bu sefer perili ev (haunted house) filmlerine ait verileri hunharca kullanmaya başlıyor. Araya bir iki rüya sekansı sıkıştırdıktan sonra devreye eski sevgili ve yeni aşığı sokuyor. Fakat bunların hiçbiri yaklaşık bir milyon kilometre uzaktan fark edilebilecek sürprizi gizlemeye yetmiyor. Hele olası devam filmlerine göz kırpan final sahnesi yok mu, iyice sinir bozuyor.
Bu arada adını anmadan geçmeyelim; 2014 yılı mahsulü, Yeni Zelanda yapımı Housebound, sıradan bir hayalet filmi gibi başlamış ve umulmadık bir U dönüşüyle Marc Caro ile Jean-Pierre Jeunet işbirliğinin zirve noktalarından Delicatessen’i bile kıskandıracak bir yöne doğru evrilmişti. O yılın en havalı ve en zeki korku-komedilerinden birinin sadece sürprizini ödünç alıp etrafını yavan detaylarla doldurursan ortaya işte böyle The Boy gibi patlaması uzun sürmeyen ucuz bir balon çıkar. Maalesef taşıma su ile değirmen dönmüyor.
Murat Kızılca