“Dans edemeyeceksem bu benim devrimim değildir” demiş anarşist ablamız ‘Kızıl’ Emma Goldman, hani özgürlük olmadan, eşitlik olmadan, adalet olmadan, paylaşmak, bölüşmek olmadan, yaşamışız ne fayda, işte öylesine yedik, içtik, sıçtık, üredik, öldük, gittik. “Özgürlük Dansı” (Jimmy’s Hall), zalim zenginlerin ve kindar dindarların ezdiği, bezdirdiği gençleri dansa kaldıran, onlara umut olan ve bunun bedelini ödemeyi göze alan bir güzel komünist abiyi anlatıyor. Gerçek bir öykü bu, işte bu yüzden bu kadar içimizi burkuyor, yüreğimize sızı koyuyor, insan yanımızı incitiyor.

Ken Loach Usta, artık 78 yaşında, umarım bu son filmi değildir, onun öykülerinde naiflik, zariflik, incelik var, büyük büyük söylemler, boş sloganlar, beylik laflar yok, öteki insanlık var, sokakta dönüp bakmadığınız fakirler var, düşkünler var, gözleri, neden ben diyen, dilenirken elleri titreyen en alttakiler var, entelektüel geçinen züppelerin, cahil dediği, öğrenmeye ve bilmeye aç emekçiler var, karın tokluğuna emeğini, gençliğini, bedenini ve hatta canını veren işçi sınıfı var.

Evet, Özgürlük Dansı, Ken Usta’nın en iyi filmleri sıralamasında gerilere düşebilir, ancak her karesinde onun ve senarist dostu Paul Laverty’nin varlığı hissediliyor, kesinlikle… İrlanda’nın sürgün ettiği Jimmy Gralton’un yaşam hikayesinden esinlenen film, bağnaz din adamlarıyla, fakirlere musallat olan zenginlerin yarattığı soğuk, karanlık ve tek tip ülkede, düşünmeyi, öğrenmeyi, dans etmeyi isteyen gençlerle, aç ve evsiz bırakılmaya çalışılan yoksulları anlatıyor. Bizim Jimmy, 10 yıl kaçak hayatı yaşar, 1932’de İrlanda’ya geri döndüğünde, sevdiği kadın evlenmiş, baskıcı düzen ise aynı kalmıştır. Geçmişte başını belaya sokan salonu, dostlarıyla imece usulüyle çalışarak tekrar açarlar. Tartışarak, kaynaşarak, çoğalırlar.

Gezdiği dünyayı, çatı altına taşıyan Jimmy Yoldaş’ın mekânının adı Pearse-Connolly Salonu’dur. Padraig Pearse ve James Connolly, farklı davaların insanıydı, ancak bağımsız ve özgür İrlanda için birlikte savaştılar. Her ikisi de 1916’da, Paskalya Ayaklanması sonrasında, işgalci İngiliz güçleri tarafından katledildiler. Bağımsızlıkçı öğretmen Pearse; “Özgür olmayan bir İrlanda’nın ruhu hiçbir zaman huzura kavuşmayacaktır” derken, yaralıyken, sandalye oturtulan ve kurşuna dizilen büyük devrimci ve sosyalist önder Connolly şunları söyler; “Benim, ülkemiz halkının ideal olarak karşılarına koymalarını dilediğim cumhuriyet öyle bir cumhuriyet olmalıdır ki, yalnızca adından söz edilmesi bile, her çağda, her ülkenin ezilenleri için bir işaret ateşi oluşturmalı, uğruna harcanan çabaların ödülü olarak her çağda özgürlük ve bereket vaat etmelidir. İngiliz Ordusunu yarın ülkeden çıkartıp yeşil bayrağı Dublin kalesine çekseniz bile, sosyalist cumhuriyetin kurulmasına yönelmiş değilseniz tüm çabalarınız boşa gidecektir.”

İşgalci İngilizler defedilmiş, ancak özgürlük gelmemiştir. İşgalci toprak ağaları, zenginlerin oyuncağı politikacılar ve mülkiyetçi rahipler, İrlanda’yı cehenneme çevirmiştir. Kahramanımız, sanatla, boksla, şiirle, şarkıyla, dansla, gençlerin ufkunu açan, onları aydınlatan ve sorgulatan salon yaşasın diye, yeniliğin ve eşitliğin düşmanı peder ile görüşmeye gider. Ceberut peder; “Ben sizleri dinliyorum, günahlarınızı dinliyorum, affedilmenizi sağlıyorum” der. Jimmy, gericilikle asla uzlaşamayacağını anlar ve “Evet, sen bizi dinliyorsun, ama sadece diz çöktüğümüzde…” diye yanıt verir.

Sonra savaş başlar, Jimmy Gralton’un ateşli sözleri, büyük tutkusu, baş eğmez ruhu ve yoksul kitleleri etkileme gücü, onları korkutmuştur. Eski tenekeden bir salon, neden bu kadar tehlikeliydi? Çünkü onu inşa edenler, burası bir bina değil, burası biziz demiştir. Salon, öyleyse gelecek ve umut demektir ve bu özgür yapının yok edilmesi gerekir. Jimmy’in yaşlı anası, gezici kütüphanesiyle çocuklara kitaplar taşıyan bir kadındır, oğlunun ikinci kez sürgün edilmesi, bir daha görüşememek demektir. Mahkemede, tarihe seslenir; “Bir adamı yargılamadan evinden alabiliyorsak ve düşüncelerinden dolayı sürgün edebiliyorsak. Ben sadece çocuğumu kaybederim, ancak İrlanda çok daha fazlasını kaybeder”

Sürgünlere yolladıklarımızla, sanata ve hayata düşmanlığımızla, bağnazlığımızla, muhafazakârlığımızla, din adına yaşamı daraltmamızla, fakiri daha fakir, zengini daha zengin etmemizle, İrlanda’dan ne farkı var ülkemizin? Ken Usta, biraz da bizim memleketimizi anlatmış, seyretmek gerek. Yazıyı bitirirken gözüme bir mail ilişti, devlet, Caferağa Dayanışma Evi’ni tez boşaltın diyordu, sanat, paylaşma, öğrenme, sorgulama, sistemi, elbette rahatsız eder. Dün de böyleydi, bugün de böyle, yeni salonlar açılsın ki, yarınlar artık böyle olmasın.

 

 

Alper Turgut, Adana’da doğdu, üniversitede gazetecilik okudu. Uzun seneler, çeşitli gazetelerde çalıştı, farklı alanlarda görev yaptı, sendikacılıkla uğraştı. Sonra bir gün (Haziran 2006), şans eseri, çocukluk aşkı sinemaya bulaştı, işte o tarihten beridir, filmler üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.