21-27 Kasım 2014 tarihleri arasında beşincisi düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali, geçtiğimiz Perşembe akşamı verilen ödüller ile sona erdi.

Festival programında yer alan filmler arasında adalet/adaletsizlik temasını işleyenlerin çoğunluğu göze çarptı. Hoş bir tesadüf eseri art arda izlediğim, biri Müslüman, biri Katolik, diğeri ise Ortodoks çoğunluğun yaşadığı farklı coğrafyalara ait, birbirlerinden bir hayli farklı sistemlere sahip olmalarına rağmen her birinin adalet kavramını eleştirdiği üç filmden kısaca bahsetmek istiyorum: Uluslararası Uzun Metraj Film Yarışması bölümünde yer alan İran yapımı Hiss Dokhtarha Faryad Nemizanand (Hush! Girls Don’t Scream, 2013), Yeni Bakışlar başlığı altında gösterilen Belçika yapımı Het Vonnis (The Verdict, 2013) ve festivalin gözde bölümü Dünya Panoraması’nda kendine yer bulan Rusya yapımı Leviathan (2014).

Hush! Girls Don’t Scream (2013)

1951 doğumlu Pouran Derakhshandeh’in yönetmenliğini üstlendiği filmin senaryosunu Derakhshandeh ile Mitra Bahrami beraber yazmışlar. Hush! Girls Don’t Scream, evlenmesine kısa bir süre kala hiç tanımadığı bir adamı öldüren Şirin’in cinayeti neden işlediğinin öyküsünü anlatıyor. Polise teslim olan Şirin, ne ailesine, ne de nişanlısına cinayeti neden işlediğine dair tek bir kelime bile söylememektedir. Genç kadının ailesinin ısrarları sonucu Şirin’in savunmasını üstlenen kadın avukat, çocukluğunda yaşadığı bir travmanın etkisinden kurtulmayı başaramayan Şirin’i uzun uğraşlar sonucu konuşturmayı başarır. Şirin, cinayeti başka bir suçu önlemek için işlemiştir ama kurban pozisyonundaki aile ifade vermeye yanaşmaz. Şeriat hükümlerince asılmasına karar verilen Şirin’i kurtarmaya çalışan avukatın zamanı giderek daralmaktadır.

Teknik açıdan STV yapımı televizyon filmlerinin kalitesine yakın bir çizgide seyreden Hush! Girls Don’t Scream, zayıf oyunculukların da devreye girmesiyle seyretmesi bir hayli sıkıntılı bir film. İçinde yaşadığımız coğrafyayı da yakından ilgilendiren çocuk istismarı, kadın hakları, namus ve adalet sisteminin yetersizliği gibi önemli konuları işlemesine rağmen, öyküyü ‘Hollywoodvari’ bir aksiyon(!) içerisine yerleştirerek anlatma çabası ile güçlü bir film olmanın çok uzağında kalıyor. Ayrıca sistemi eleştirirmiş gibi görünürken, aslında asıl suçlunun suça maruz kalıp da susmayı tercih eden taraf olduğunu işaret ederek sistemi aklamaya çalışması da hoş görülemeyecek bir hedef saptırma olarak akıllarda kalıyor.

Önemli mevzulara temas eden ama sinema adına her açıdan yetersiz kalarak tatmin edici olmanın uzağına düşen Hush! Girls Don’t Scream, çok da yabancısı olmadığımız kan parası, kısasa kısas gibi kavramların da üzerinden hafifçe geçen, nefesi tez vakitte tükenen, vasatın altında kalan bir İran ana akım (mainstream) sinema örneği.

The Verdict (2013)

1963 doğumlu Jan Verheyen’in yazıp yönettiği The Verdict, birbirinden gece ile gündüz kadar farklı iki ayrı bölümün birleştirilmesiyle yekvücut olmuş, eleştirel bir tavırla yaklaştığı adalet sistemi hakkında sorular soran ve izleyeni de sorular sormaya (belki cevaplar vermeye) zorlayan güçlü bir film. The Verdict başta da söylediğim gibi iki ayrı bölüme ayrılabilir. İlk bölümde daha çok klişe bir ‘vigilante’ olmaya soyunan film, tamamı bir mahkeme salonunda geçen (ve ilk bölüme nazaran filmin bütününde daha fazla yer kaplayan) ikinci bölümde klasik bir mahkeme filmi formatına bürünüyor.

Pek yakında CEO olmaya hazırlanan Luc Segers isimli kahramanımız, iş arkadaşlarının sevdiği başarılı bir yöneticidir. Karısı Ella ve küçük kızı ile beraber mutlu bir aile hayatı vardır. Hayatı boyunca bir park cezası dahi almamış, yasalara saygılı, lafın kısası sistemin örnek olarak göstereceği vatandaşlardan biridir. Luc’un hayatı, benzin almak için durduğu benzin istasyonunda meydana gelen olaylar zinciri sonrasında bütünüyle alt üst olacaktır.

Mahkeme filmleriyle aram pek iyi olmadığı için ikinci bölümü bir kenara koyacağım ama ilk bölüm ‘vigilante’ hastası bünyelere ilaç gibi geliyor. Özellikle otomat makinalarının bulunduğu dükkânda geçen şiddet dozu yüksek sekans, aşırı etkileyici bir biçimde verilmiş. Hiç tanımadıkları bir hırsız tarafından Luc ve Ella’ya uygulanan şiddet sebepsiz olabilir ama yönetmenin sekans boyunca görsel şiddet katsayısını yukarıda tutması sebepsiz yere değil elbette. Daha sonra Luc’un içine düştüğü çaresizliği tanımlamak (ya da anlayabilmek) adına önemli. Filmi izlemek isteyenlerin seyir zevkini bozmamak adına ‘spoiler’ vermek istemiyorum. O yüzden kısaca; adalet, hak ve hukuk sistemi gibi mevzular ilginizi çekiyorsa ve mahkeme filmleriyle de bir sorununuz yoksa The Verdict’in peşine düşün diyorum.

Leviathan (2014)

The Return (2003) ve Elena (2011) gibi filmleriyle kalbimizi kısa sürede fetheden Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi Leviathan, yönetmenin önceki işleri gibi geriye boşluk hissi bırakmadan su gibi akan tam bir sinema ziyafeti. Pagan ve semavi dinlere ait metinler ile Thomas Hobbes’un 1651’de kaleme aldığı aynı isimli kitap referans alınarak vücuda getirilen film, kabaca devlet, din, vatandaş ve bu üçü arasındaki erk mücadelesini anlatıyor denebilir.

Açılış ve kapanış sekansları aslında bütün filmin anafikrini özetliyor gibidir: Film dalgalı deniz görüntüsü ile açılır; henüz devlet kavramı ortada yoktur, insanlık karmaşa ve kaos içerisindedir. Sonra deniz durulur; devlet kurulur, insanlar kendilerini yönetecek biri ya da birilerini seçer ve yaşam belli kurallar çerçevesinde düzene girer. Sahilde tek tük evler görürüz; devlet kavramı iyice yerleştikten sonra insanlık gelişmeye ve genişlemeye başlar. Birkaç yıkık yapı gözükür; devlet çürümeye ve yozlaşmaya yüz tutmuştur, insanlara yardımcı olacağına ona yeni külfetler getirmeye başlamış, bir kambur gibi sırtına binmiştir, artık eskisi gibi işlevsel değildir. Kapanış sekansında ise aynı görüntüleri bu kez tersten izleriz. Açılıştan farklı olarak sahilde boylu boyunca uzanan devasa bir deniz hayvanının iskeleti diğer görüntülerin arasına sızar; artık devlet iyice çürümüştür, doymak bilmeyen bir deniz hayvanına dönüşen devlet, sonunda kendini tüketmiş, geriye iskeleti kalmıştır. Film dalgalı deniz görüntüsü ile nihayete erer; devlet ismen ve cismen hala baştadır ama insanlık ilk günlerindeki karmaşa ve kaos ortamına geri dönmüştür.

Christian Metz’in çok sevdiğim bir lafı vardır: “Bir filmin açıklanması çok zordur, çünkü onu anlamak çok kolaydır.” Nedense Leviathan’ı izledikten hemen sonra aklıma düşen bu cümle, filme çok yakışıyor. Hiç konusundan falan bahsetmeye gerek yok. Leviathan, nakış gibi işlenmiş senaryosu, görsel keyif açısından birbirinden leziz kareleri ve bilhassa günümüz Rusya’sını anlatmasına rağmen hemen hiçbir dünya vatandaşıyla ilişki kurmakta sıkıntı yaşamayacak öyküsü ile her sinemaseverin muhakkak izlemesi gereken harika bir sinema deneyimi.

Murat Kızılca

 

 

1971 Beylerbeyi, İstanbul doğumlu. 2008 yılında Öteki Sinema ekibine katıldı. 2012-2013 yılları arasında Popüler Sinema için vizyon filmleri yazdı. Kasım 2013’ten itibaren aylık online sinema dergisi CineDergi için Bilinmeyen isimli köşeyi hazırlıyor. Kasım 2014’ten beri aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. Halen yazmaya devam ettiği Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.