Eko Eko ve Zamanın Kıyısında Sınav belgeselleriyle dikkat çeken İlkay Nişancı ile güzel, samimi bir röportaj gerçekleştirdik, iyi okumalar…

Merhaba İlkay, okul arkadaşı olmamızın yanı sıra seninle birçok noktada bir araya geliyoruz, yaptıklarını takip ediyorum ama yine de okuyucularımız için seni biraz tanıyalım mı?

1976 yılında Karadeniz-Ereğli’de doğdum. Bütün öğrenim hayatım orada geçti. Daha sonrasında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne geldim. Bir ilçede okuduğumuz için güzel sanatlarla ilgili çok bilgilendirilmemiştik. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni yazdım, ilk tercihlerimden biriydi zaten. Radyo-televizyon sinema bölümünü kazandım. Okulu bitirdikten sonra sektörel çalışmaların içinde yer almaya başladım. Özellikle yönetmenliğe odaklanmıştım. Ama kurgu da her zaman ilgimi çekiyordu. Çünkü bilgisayara merakım vardı. O zamanlar bilgisayarlı kurguya da geçiş başlamıştı. Sinemadan önce müzikle çok daha fazla ilişkim vardı. İstanbul’a geldiğimde ilk işim bir heavy metal grubu kurmak, onun içinde yer almak oldu. Onu hep devam ettirdim. Halen de devam ediyor. Ama kurguyla özellikle de müzikle doğrudan bir ilişkim olduğunu düşünüyorum. Sinema, film izleme… Sık sık film izliyordum zaten. Çünkü Ereğil’de, Ereğli Demirçelik Lojmanları’nda oturuyorduk. Oranın bir sosyal devlet örneği olarak bir sinema salonu vardı. Her hafta sonu iki film falan seyrederdik. O yüzden sinematik anlatıya oradan yatkınlığım vardı ve bu beni heyecanlandırıyordu. Ondan dolayı da sinemayı tercih ettim.

İstanbul Üniversitesi’ni bitirdikten sonra sektörde; yönetmen yardımcısı olarak reklam filmleri ve başka çalışmaların içinde yer aldım. Sektörde de o şekilde ilerlerken İstanbul Üniversitesi’ne yeni dekan olmuş bir hocamız beni arayıp fakültenin içinde atölyeleri olan bir stüdyo kurmak istediklerini, bunda rol alıp almak istemeyeceğimi sordu.  Bir anlamda akademisyen olmaya sıcak bakıp bakmayacağımı soruyordu. Tamam dedim çünkü sektörel akışı o sıra çok sevmemiştim. Tek şüphem ‘benden hoca olur mu’ meselesiydi. Yani hiç de akademisyen olmak gibi bir hayalim yoktu. Ve sonrasında o heyecanla 3-4 arkadaş beraber güzel bir ortam oluşturduk.

Ben o süreci şöyle değerlendiriyorum. Yani böyle Kuleşov okulu gibi hani yapa yapa, öğrene boza öğrencilerle birlikte biz yeni asistanlar olarak böyle çok keyifli bir 3-4 yıl geçirdik. İyi üretimler yapıldı. Bizim bildiklerimiz vardı, paylaştık. Paylaştık ve daha çok öğrendik dönüşlerle beraber. O sürecin sonunda aslında paylaşmayı da bildiğimi, bir öğretme yeteneğimin olduğunu deneyimlemiş oldum.

Çok planlı olmadan teori ve pratiği bir arada yürütmenin müthiş olanağını verdi. Çünkü üniversitede olmak aynı zamanda sektörden kopmak demek değildi. Üniversitede, özellikle bizim gibi bölümler, tırnak içinde pek çok insanı dışarıda bırakarak söylüyorum ama sektörde bir şey yapamamışların toplandığı alan gibi görünüyor.

Bunda bir köprü olabileceğimi düşündüm ve nitekim kendi çevremde bu kadar yıl geçtikten sonra bunu başardığımızı görüyorum. Ama pratikten hiçbir zaman kopmadım. Yani nihayetinde burada benim özendiğim şey, gerçekten teoriyi de pratik üzerinden anlamaktı. Ve teoriyi anladığım zaman pratikte yeni araçlara girmekti. Çünkü idol olarak okuduğum yönetmenlerde de bunun çok baskın olduğunu görüyordum. Yani düşünmeden bunun yapmanın, en azından benim düşündüğüm sinemayı yapmanın çok mümkün olmadığını görüyordum.

Seninle yıllar sonra karşılaşmamız Teoride ve Pratikte Sinemada Kurgu kitabınla oldu. Eskişehir Film Festivali’nde makale ve kitapların ödüllendirildiği farklı bir ödüllendirme vardı, (festival de artık yapılmıyor), orada en iyi kitap ödülü kazanmıştın. Her şey kurgu ile mi başladı? (senin için)

Aslında bilgisayara olan merak, bilgisayar kurgusu, film izleme deneyimi. Bir gün bana asistanken beni çok sevmeyen bir hoca bir görev verdi. Birinin filmini kimse bağlayamıyormuş. Ben sonradan öğreniyorum tabii bunları. Bunu yapmam üzerine bir görevlendirme geldi. Sorunlu da bir öğrenciymiş. Ben tabii bilmiyorum. Ben iki günde filmi bitirdim. Bu benim ilk dijital kurgu deneyimimdi. Gerçekten samimiyetle söylüyorum ilk kez bir kurgu masasına oturdum ve iki günde filmi bitirdim. Hiç de fena olmadı. Yönetmeni de aşırı memnun oldu.

Herkes şok oldu. Yıllar sonra bunu orada stüdyoda olan arkadaşlar anlatıyorlar. Hep benimle dalga geçiyorlarmış. Nasıl İlkay’a kitlediler bunu falan diye. Ama o kitlemeden bir şey doğdu. O yüzden akademik hayatımda kurguyu ayrı bir yere koydum. Benim istediğim her zaman yönetmenlikti ama okuduğum sinema kitaplarında da teoriye baktığım zaman kurgunun sinemada çok kritik bir pozisyonda durduğunu hatta bugünden bakarsak kendine özgü tek efektinin olduğunu söyleyebiliriz. Sonraki gelişmeler ayrı ama bu diyalektiği başlatan şeyin kendisi kurgu. O yüzden de kurguyu bilmeyen kimse sinema alanında olamaz. Bu illa kurgu masasında oturup kurgu yapmak demek değil.

Onun mantığını kavramak gerekiyor her kademede. Bir yönetmenin zaten olmazsa olmazı mümkün değil. Bu bağlamda her şeyin kurguyla başladığı doğru.

Neredeyse öğrencilik yıllarının sonundan itibaren belgesel çekmeye başlayan biri olarak belgeselciliğin geldiği noktayı kısaca yorumlamanı istesem…. Olumlu ya da olumsuz anlamda neler değişti…

Bunu derslerde çok sık söylüyorum. Bulunduğum ortamlarda da daha sık dile getirmeye çalışıyorum. O yüzden bu bir fırsat oldu senin sorun. Bunu dijital dönüşümle beraber ilişkilendirmek lazım.

Çünkü 90’lar ya da 2000’e kadarki olan süreçte, belgesel festivallerinde olan çalışmaların çoğu, bugün YouTube kontenti olarak değerlendiriliyor. Yani aslında böyle bir dönüşüme tanık olduk. O zaman bizim şunu sormamız gerekiyor. Belgesel sinema ne yapacak? Belgesel sinemanın yapıyla arayışlara girmesi gerekiyor. Bu anlamda dünya çapında çok enteresan çalışmalar gördüğümüz oluyor. Türkiye’de de yılda birkaç tane böyle belgesel sinemada ve arayışların içinde olan, hatta türleri birbirine sokan ve belgesele biçim olarak ağırlık veren, o biçimi koruyan çalışmalar görüyoruz. Tabii bu tür ayrımı biraz kapitalizmin ürünü. Çünkü hani film filmdir ama bir türleme yapmak gerekiyor belli analizlerde. Bu çok içinde durduğum bir şey değil.

Ama mecbur da kalıyoruz. Bu türlemenin içine gireceksek, belgeseli de kendi içinde sinematik öğeleri, informasyonu, kontent tabanlı olan gibi ayırmak gerekiyor. Bu ayrımları da neyi nereye, hangi mecraya göre yaptığını bilerek yapmak gerekiyor.

O anlamda bilginin demeyeceğim ama malumatın akışı hızlandı. Ama o bu kadar olanak verirken bize, biz o bağları kuruyor muyuz acaba bilmiyorum. Yani orada bir kafamda soru işaretleri var.

Eko Eko Eko serisini biliyoruz da biraz son belgeselinle, Zamanın Kıyısında Sınav’la ilgili konuşmak isterim. Öncelikle Adana’da en iyi belgesel, Ankara’da da jüri özel ödülü kazandı. Bu konuyu çekme motivasyonu nasıl oluştu, bir akademisyen olmanın seni bu konuyu daha detaylı bir sorgulamaya götürdüğünü düşünüyorum…

Deprem olduğu andan itibaren sinemayla uğraşan herkeste bir tetiklenme olmuştur. Önceliğin o olmadığını düşündüm. Çünkü önceki soruyla da ilişkili olarak belgeselin gerçeklikle olan ilişkisi hep sorgulanır ya, ben hep şu taraftan bakmaya çalıştım. Deprem olduğu zaman biz enkazların altından görüntü seyrettik. Yani belgesel anlık olarak artık bunu yakalayamaz. Şimdi deminki soruyla ilişkilendirerek cevaplayacağım o yüzden.

Bunu şöyle düşünmek gerekiyor. Mesela bundan 50-60 yıl önce olsa gerçekten bir grubun ve hatta önemli birkaç grubun gidip oradan görüntü toplaması ve bunu belleklere kazınması gerekiyordu. Ama biz anlık olarak belleği kazınabilecek pek çok şeyi sosyal medyada gördük zaten. İnanılmaz şeyler gördük. Şimdi dolayısıyla gidip o anlara tanık olmak artık bir belgeselci işi değil. Yani bunun dışına çıktığını düşünüyorum.

Bunun bağlarını, yani düşündürdüğü süreci aktaracak materyali ortaya koymak. Yani bunun kurgusunu yapmak gerekiyor daha doğrusu. Ben bu konuda çok ısrarlıyım. Bunun üzerinden sinema burada bir ileri noktaya gidecekse oradaki salt görüntüyü kaydetmek değil, bunların düşündürdükleri üzerine bir felsefe yapabilmek, politik bir söylemde bulunabilmek. Sadece olanı göstermek değil. Bunun üzerine çıkması gerekiyor kaçınılmaz olarak. Çünkü zaten diğeri yapılıyor. Yarışmanın imkanı yok. Yani önceden belgeselin böyle çok önemli bir işlevi vardı. Ama burada öyle oldu.

Dolayısıyla acil olarak yardım noktalarındaki rollerimizi alırken böyle bir film yapmak üzerine bir şey düşünmüyordum. Hatta alana gitmeye çalışanlara, biraz serzenişte de bulunuyordum açıkça söyleyeyim. Sonrasında şöyle bir şey oldu. Yıllar önce Leman dergisindeki bir karikatürde sınav eşitsizliği üzerine bir şeyler okumuştum.

Tam birebir böyle bir şey değildi ama benziyor. Gözümde bir grafik canlanmıştı.  Hep de diyordum bunun bir gün kısa filmini yapsak. Lise sınavlarına ama özellikle üniversite sınavına girecek olanlar biraz gözümü oraya çevirmeme neden oldu bu anlamda. Bir sınav üzerinden bütün hikâyeyi anlatabilir miyim diye düşündüm açıkçası. Bu da 4-5 ay sonra oldu ve çok hızlı gelişti. Soru kitapçıkları üzerinden deprem meselesine bakabileceğimi ve soru kitapçıklarında çıkmış gerçek sorular üzerinden bir düşünceler silsilesi yaratmayı düşündüm. Bir nevi Eisenstein’in entelektüel kurgusunu örnek alarak bir çalışma yapabileceğimi hissettim.

Gerçekten teorik anlamda denemeye çalıştığım şey orasıydı. Bir de tabii ki ses ve müzik anlamında da denemek istediğim çok başka anlatılar vardı yeni arayışlar bağlamında. Bir hikaye örgüsünü bulduğum anda depremle ilgili bir belgesel yapma cesaretini buldum. Açıkçası söyleyeyim temel motivasyon buydu.

Ama tabii yapımcı arkadaşım Hakan’ın müthiş destek olmasıyla çıkabildik. Çünkü çok hızlı bir süreç oldu ve tamamen kendimiz yaptık bu filmi. Büyük bir film oldu prodüksiyon olarak. Gerçekten 10-12 kişilik bir ekibin müthiş bir kolektif çalışmasıyla oldu ki bizim alanda da tanık olduğumuz şey o kollektivizmdi zaten.

Umutsuz bir ortamın içinde bir vaha gibi bir ortam oluştuğunu görüyoruz. Onca belirsizliğin içerisinde, devletin orada insanlar için yapmadığı her şeyi gönüllü insanların üstlendiğini görüyoruz, gençlerin psikolojik olarak o sınava girmesi mümkün değil ama gönüllüler sayesinde bir nebze hazır hissetmişler kendilerini. Biraz bu belgeselin çekilme koşullarını dinleyelim mi senden? Nelerle karşılaştınız? 

Önden tabii ki temaslar kurduk. Özellikle kolektif koordinasyonun çadır alanına gittiğimizde iyi bir şekilde karşılaştık ama oranın temel fikir babalarından, yürütücülerinden biri olan İsmail Hoca (Gezgin), haklı olarak bize ilk birkaç gün kötü davrandı.

‘Gelip buraya film çekiyorsunuz, işiniz gücünüz yok mu’ diye. Aslında benim baştan beri düşündüğüm kaygıları yüzüme vurmuş oldu. Dolayısıyla bu anlamda enteresan bir deneyim oldu bizim için. İsmail Hoca bizim bakış açımızı anladıktan sonra bize destek oldu. Ve filmin de çok önemli bir kısmını söylemleriyle oluşturdu.

Onun dışında öğrenciler ve birçok insan çok yardımsever yaklaştı bize. Bölgede de destek olup konaklayabileceğimiz yerler oldu. Biz biraz daha Samandağ bölgesinde çalıştık. Orada bir nevi ayakta kalan yerler vardı.

Fiziksel koşulları da böyleydi. Ama daha zoru bu kadar yıkıntının içinde estetik bir şeyler çekmeye çalışmak bence film yapanın temel çelişkisi oluyor. Bizim için en zoru buydu. Yani psikolojik olarak çok yıpratıcıydı. Konuşmaları yapmak da insanlarla söyleşmek de çok zordu.

Biraz yabancılaşmaya sığınıyorsunuz. Ben biraz böyleyim. O an için bir şekilde bunu konuşabilmek için biraz kendimi yabancılaştırıyorum galiba, öyle görüyorum. Çünkü söyleşi yaparken filmde sadece seslerini duyduğumuz öğrencilerle ekibin büyük kısmının gözyaşları akıyordu. Hatta bana bittikten sonra ne kadar ruhsuzsunuz hocam diyenler bile oldu. Ama ben de kurguda çok ağladım yani öyle söyleyeyim.

Önceki yıllarda sorulan sorulardan ilham alarak belgeselin bakış açısının ve geçişlerinin belirlenmesi de ayrı bir odak noktası. Uygar kayıtsızlık bir soru olmaktan çıkıp o gençlerin arasında dolaşan, onları mahkum eden bir anlayışa dönüşüyor zira!  O kısmı biraz da senin bakış açınla irdeleyelim mi?

O yıkımın içinde, afette bir estetik çabanın içinde olmak çok sıkıntılı bir şey. Uygar kayıtsızlık meselesi tabii gördüğüm anda çok ilgimi çekmişti. Bir de o yılın çıkan sorusuydu. O son sınavda girdiğimiz soruydu. Birinci soru değildi ama o bölümün sorusuydu.

O soruyu başa aldık. Çünkü uygar kayıtsızlık aslında temel bağlamıyla uygarlığın olabilmesi için kayıtsızlığın olabilmesini olağan kılıyor. Goffman’ın kullandığı bir kavram.

Bizim bir arada yaşayabilmemiz için birbirimizi sevmediğimiz, tasvip etmediğimiz konularında birbirimize kayıtsız olmamız gerektiği üzerine aslında kaba bir şekilde anlattığım bir şey. Bugüne geldiğimizde kayıtsızlığın kendisinin artık içimize işlemesinin bizi nereye sürüklediğini göstermek için kullandım. Yani o mahkum eden anlayış dediğin, soruda da sorduğun, söylediğin şeyin kendisi buna dönüşmüş oluyor, yani doğru.

Bir toplumun bir arada yaşayabilmesi için önerilmiş bir kavramım, civil inattention denen şeyin daha sonrasındaki bu kayıtsızlık halinin, kayıtsız halin içimize öyle bir işlemesi ki nihayetinde ortaya çıkan manzaranın kendisi birçok noktada artık kayıtsız olmamızı getiriyor beraberinde.

Senin için belgesel çekmek ne ifade ediyor, konu nasıl ortaya çıkıyor ve kervan yolda düzülür misali mi çekiliyor?

Ben biraz daha gözlemci belgesel tarafındayım. Önden konuyla ilgili genel anlamda yapıyı almak üzerine ve sonrasında da gözlemleyerek onu tekrar inşa etme üzerine. Ama şöyle özetlemem daha doğru olacak. Mesela EkoEko’nun kendisi çok uzun bir çalışmanın, bilgilenmenin ürünü, bilgilendikten sonra da belli bir yol haritasında gitmenin ürünü.

Bilimsel ayağı öyle ama alandaki aktüel tarafı gözlemlemeye dayalı. Biraz orada karşımıza çıkacaklar üzerine. Tabii ki orada bir yol var, temaslarımız var ama doğaçlama gelişen de çok şey oluyor. Bu yöntemi daha samimi buluyorum. Yani filmlerimle ilgili genelde aldığım eleştiri samimi olduğu üzerine. Bu samimiyeti böyle yakaladığımı düşünüyorum. Çünkü yapısal, dümdüz yaklaşmıyorum. Olanla ilişkilenmeye, olanı olabildiğince o sırada yakalamaya çalışmaya. Ama sonra tabii ki kurgu sürecinde başlı başına tekrar inşa etmeye bakıyor. Bu biraz da, akademik bir tarafımda olduğu için, teori olarak Vertov’u takip etmek. Çünkü o kurguyu yaptıktan sonra bir tur daha çekime çıkma olasılığım yüksek oluyor. Bunu yapabilecek ortamı da sağlamaya özen gösteriyorum.

Çünkü boşluklara ve bağlantılara gerekli olan çekimler için bir tur daha çekime çıkıyoruz. Ki bunu Vertov 1920’lerdeki yazılarında net bir şekilde anlatıyor. O çok fikir açıcı olmuştu. Hani kurguya geldin, çekim biter mi? Ve belgeselde bitmiyor. Yani extra shot dedikleri şeyler gerçekten var. Bu şekilde gidiyorum. Çünkü belgeselin kurgu anlamında müthiş bir deney alanı olduğunu düşünüyorum. Ve buna çok fırsat veriyor. O deney alanında da bazı şeyleri kurgu sırasında senaryoya yazıyorsunuz. O yazdığınız zaman da bir şeyleri çekmeniz gerekiyor. Biraz böyle.

Mesela Eko Eko Eko projesi nasıl başladı, uzun soluklu bir yolculuk. Maddi ve manevi anlamıyla nasıl bir deneyim oldu, çevre ile ilgili bu kadar uzun soluklu belgesel projesi daha önce olmuş muydu? Blu Tv’de yayında o bağlantı nasıl kuruldu?

Ben Karadeniz’de o sırada Kamilet belgeselini çekmiştim. İşte festival dönüşleri falan o süreçler bitti. Sonra Karadeniz’e başka bir şey için gittim. Bir arkadaşım davet etmişti. Onların bir festivalini tanıtıp çekim yapacaktım. O çekim sırasında Hopa’da sel felaketi gerçekleşti. Direkt Hopa seli felaketine gittik.

Felaketin kendisine tanık olduk 4-5 gün. Sonrasında ben topladığım malzemelerle bir belgesel yapmak üzerine odakladım. Fakat okumaya başladıkça, süreçte bilim insanları ile konuştukça meselenin bambaşka bir şey olduğunu anladım. Bu sırada da eş zamanlı olarak bu Kamilet belgeselinin yurtdışı süreçlerini takip eden arkadaşlardan biri ve eski öğrencim Sarp Blu TV’ye davet etti beni. Çevre üzerine bir belgesel yapmak istediklerini söylediler. Ben dedim Hopa Seli ile ilgili çalışıyorum. Neden olmasın? Onu belki yaparız. Benden başka bir proje istediler.

Bu dediğim2016’da oluyor. Ben sonra gerçekten ekoloji dünyasının içine girdim. Çok değerli hocalarla tanıştım. Tekrar bir üniversite okudum diyebilirim 2020’ye kadar. Pandemiden önce, bir sene önce ben proje dosyasını teslim ettim.

Blu TV’den de inanılmaz bir dönüş aldık. Daha önce böyle bir proje dosyası görmediklerini, şaşırdıklarını söylediler. Ve proje hemen kabul edildi. Sonra biz prodüksiyon çalışmalarına başladık. Sonra da yapımcı arkadaşım Hakan’la temasa geçtim. Ve projenin akışını oturttuk.

Dünyada müthiş bir literatür, acayip çalışmalar var. Tekil çalışmalar da var ama meseleyi böyle bütünüyle kapsayan bu ekonomi-ekoloji çatışması yani ana kök meseleyi işleyen, derinlemesine işleyen bir çalışmanın olmadığını görmek aslında çok motive etti. Ve buna girişmek de tabii çok ciddi bir şeydi. Çok zaman aldı, Blu Tv de buna inandı.

Ve öyle başlayıp gitti.  Aslında bu çevre sorunlarında ekofobik meselenin, her şeyin de fobisi olur mu diyeceksiniz. Bunu çok sevmiyorum ama kısa yoldan tanımlamak için söylüyorum. Ekofobi durumunun çok yaygın olduğuna dair çalışmalar görmüştüm. Bu biraz yönlendirdi. Ve bunun da psikolojide fobisi olur deyince…Psikolojik referanslarla bu durumla yüzleşen insanın halini tasvir etmek için. Bir de şunu söyleyeyim. Bu belgeselde de, bütün normal film üretimleri içinde geçerli; duygulanmanın, yani duygu yönlendirmelerinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü ne kadar bilginin kaldığı izleyici de soru işareti.

Hatta hiçbir şey kalmıyor neredeyse. Bir duyguyla çıkıyorsunuz. Ben de o duygular üzerine oynamak istedim.

Belgeselde bir yandan da kurmaca öğeleri de var, Ceren Moray’ın iyi ve kötü yanları doğanın tahrip edilmesi ve korunması konusunda insanlığın iki yüzünü gösteriyor. Gerçekçi olduğu kadar duygusal bir bakış açısı da var belgeselin, belki de bir karakterin yön vermeye çalışmasından olabilir ve de her konuya değinilmesinden! Nasıl kurdun detaylarını?

Dediğim gibi bilgiden çok duyguya oynaması gerektiğini düşünüyorum. O yüzden de buraya bir kurmaca girmek istedim. Bunu denemek istedim. Ve çok daha samimiyetle söyleyeyim. Klasik belgesel yapmaktan sıkıldığım için bir şeyler denemek için de istedim. Yani olabilecek mi, çalışacak mı acaba diye. Beğenen var, beğenmeyen var ama ikinci sezondan sonra ne yapmaya çalıştığım daha çok anlaşıldı. İlk sezonda, koymasaydın zaten konular çok ilgi çekici diyenler var. Ceren Moray’in olduğu sahneler olmasa ne olurdu? Evet.

Bilgi ve malumat anlamında öyle, doğru. Ama ikinci sezonu da kıymetli kılan o mesela. Yani bütün yapının kendisi oradan geliyordu. Biraz yas tutma üzerindeydi. Aslında bir karakterin yas tutması… Onun kontra karakterinin de, gölge karakterinin de ona karşı savlar üretmesi, bir nevi bağışıklık sistemi gibi onu toparlamaya çalışması. Çünkü bir rahatsızlık olduğunda, vücudun bağışıklık olarak ne yapabileceğini düşünerek, son derece materyalist bir yerden girerek bunu da ruhsal bir evrende işlemeye çalıştım. Yani yas sürecini tamamlayıp, yastan sonra da alana çıkan bir karakter hayal ettim en başından beri.

Bergman bana çok doğru geldi. O yüzden Persona’yı burada uyarlama olarak içine almak, hatta uyarlama değil yani birebir onu referans alarak kullanmak doğru geldi. Persona’daki karakterin, o psikolojideki o rahatsızlığa düşme durumunun bugün ekoloji üzerinden de olabildiğini gördüğüm için, böyle karakterler de gördüğüm için bunu koydum aslında. Yani bugünün de psikolojik rahatsızlıklarından birinin ekoloji üzerinden olmasından dolayı onu yerleştirdim. O nedenle de Persona’yı aldım perspektifime.

Dünyada her anlamda farkındalık oluşmasına rağmen her şeyin daha da kötüye gitmesini nasıl yorumlarsın? Ben de çevreci çocuk kitaplarımı bu kadar popüler olmasından daha önce yazdım, o zaman bu kadar çığlık atılmıyordu, şimdi çok fazla kitap yazılıyor ama fazla çığlık atıyoruz, o hesap.

Şimdi işte mevzu bütünlükte aslında şuraya gelmiş oldu Banu. Projeyi Blu TV’de yapma nedenim, kendi oyun alanımızda oynadığımızı görmemden kaynaklı. Yurt dışında başarılı olmuş bir kısa metraj belgeselimin, çevre üzerine odaklı, toplam ulaşabildiği insan sayısının beş on bin civarında olduğunu gördüm. O yüzden çevre festivallerinde, etkinliklerinde hep kendi kendimize oynadığımızı fark ettim. O nedenle de bir popüler kültüre sızma operasyonu olarak Eko’ya girdim. Çünkü bizim birbirimize anlatacak hikayemiz yok. Zaten hep böyle oluyor süreç. Onun dışına çıkmanın yollarını aramaya başladık,  öyle söyleyeyim.

O nedenle de bu tabii ki beraberinde bir siyasete talip olmayı getiriyor. Artık onu görüyorsun. Biz bir duygusal devinim yapabiliriz ama bizim etik duruşlarımızın pek de bir şey ifade etmediğine, çözümün aslında başka bir yerde olduğuna filmi yaparken de sürecin içindeyken de çok daha fazla ikna oldum.

Dolayısıyla artık bizim kendimizi kolektif üretime zorlamamız, yan yana gelerek çoğu zaman bütün egoları da yıkarak bu ülkenin hatıra defterine bırakacak filmler yapmamız gerekiyor. Bunu da bugün yarın bir şeyler değişir motivasyonuyla değil, bize verilen zamanda yapmamız gerekiyor.

Bunu yapmayan herkesin, becerisi olup yapmayanların, çağına tanık olmayan ama tanık olmanın ötesinde bağ kurmayan bütün sinemacılar üzerinden konuşursak suçlu olduğunu düşünüyorum. Çok açık yüreklikle söyleyebilirim bunu. Bizim şeyimiz bu çünkü. Yürüyebildiğimiz, aktarabildiğimiz alan buysa, burada bunların dışında kalmak konfor alanına sığınmaktan başka bir şey değilmiş gibi geliyor bana.

Öğrencilerini de katıyorsun çekimlere, bir nevi onlara yol gösterici oluyorsun. Bir yandan çok kıymetli, bir yandan da yorucu bir yolculuk. Sanırım iyi belgeselciler de çıkıyor öğrencilerinin arasından. Bu el verme olayını sen nasıl yorumluyorsun?

Aslında en başta konuşmuştuk, üniversiteye girdiğimde Kuleşov Okulu diye bahsettim. Farkında olmadan yıllar içinde büyük bir birikim sağlamışız. Bazıları sermaye birikimi sağlar ama biz kendi düşünce ve kolektif birikimimizi sağlamışız.

Dolayısıyla bunu hep korudum. Öğrenmek ve bir arada yapmanın keyfi gerçekten çok başka. Üretirken de idealini çizdiğiniz, filmlerinizde idealini çizdiğiniz, özlediğiniz, kurmak istediğiniz dünyaya dair bir şeyler söylüyorsunuz ama bunu filmi üretim sürecinde yapmıyorsanız bu olacak bir iş değil.

Evet, hep söyleriz bu profesyonel bir iştir. Yapılması gereken bir ekonomisi var, tamam ama başka bir yöntemin bir olasılığı da var ve biz bunun yapılabildiğini deneyimledik, yaptık. Bunu büyük samimiyetle söylüyorum.

Dolayısıyla da ben, Eko Eko’nun özellikle, tamamını, hatta Zamanın Kıyısında’yı da yıllar içinde üniversitede temas ettiğimiz arkadaşlarla, (görüntü yönetmeni olmuş, kurgucu olmuş) ekipleri bir araya toplayarak yaptık. Yani bir araya gelip bir şeyler yaptık. Hayatlarımıza çekiliyoruz, insanlar paralarını kazanıyor, yaşamlarını sürdürüyor, sonra toplanıyor ve bir şey üretiyoruz.

Aslında bir bedel ödemek belki de. Yani bunu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla ben öğrenciyle beraber o dinamizmi yakalamanın ve onlarla efektif çalışabilmenin bizi diri tuttuğunu düşünüyorum. Ve bildiğim ne varsa da aktarmaya çalışıyorum. Çünkü dediğim gibi bizi kolektivizm ve dayanışmanın kurtaracağını düşünüyorum. Başka da bir seçeneğimiz yok.

Belgesellerin film festivalleri içindeki yeri ve önemini nasıl buluyorsun, gözlemlerini almak isterim…

Ee tabii ki üvey evlat. O psikolojiyi net bir şekilde hissettiriyor. Bu da normal. Arz talep üzerinden gidersek böyle olacak tabii. Ama burada şu da var. Yani ben 2000’li yılların başlarındaki film festivallerindeki belgesel izleyicisiyle şimdinin izleyicisi arasında fark görüyorum, sayısal olarak özellikle. Çok az insan geliyor. Demek ki onları salonda tutacak, ilgisini çekecek, onları sanatsal bağlamda besleyecek, merak ettirecek filmler yapmadığımızı düşünüyorum. Yani seyircimizi de kaybettik ve bunda belgesel üretimi yapan herkesin suçu var.Bir yandan da tabii ki artık her şeyin fonlarla, bir fon mafyasıyla ve belli bir yol üzerinde gitmek zorunda olduğu bir süreç yaşıyoruz. Bu da bir tek tipliliğe gidiyor.

Yani geçmeniz gereken yollar var. O yollardan geçmiyorsanız, büyük festivallere girmeniz gerçekten mümkün değil. Çünkü çok önceden rezerve ediliyor.

Bunu da özellikle Zamanın Kıyısında Sınav da çok net gördüm. Tekrar festival süreçlerine girdiğimde, özellikle pitchinglerde falan. Yani net bir şekilde o bağlantılar üzerinden ilerliyor her şey. Çünkü birikmiş bir para var ve bu parayı birileri dağıtıyor. Ama o koşulun içine girmen gerekiyor. Yani bu çok korkunç.

Dolayısıyla belgeselin gerçekten kamusal işlevini geri alması gerekiyor. Bunun için de bunun kamu kaynaklarıyla desteğinin çok daha belirginleştirilmesi, özellikle belgesel sinemada zorlanması gerekiyor. Yani estetik bağlamda, çünkü dediğim gibi izleyici gelmiyor.

Sinema estetiğini çok daha yoğun hissettirmeliyiz. Bunun olması için de tabii nasıl yapacağız? Yani belli noktada para gerekiyor. Kolektif olarak tamam dayanışacağız. Belli bir ekonomi gerekiyor. Bu ekonomide de festivallerin en azından belki ödül bağlamında, desteklerini arttırması, tabii ki bakanlığın bu konuda meblayı biraz daha yukarıya çekmesi. Büyük yönetmenlere bu kadar büyük paralar vermektense onların paylarını küçültüp kısa filmcilere ve belgeselcilere daha önemli kaynaklar aktarması gerekiyor.

Yoksa da bu genel fonlama mafyasının içinde eriyip gidiyor birçok insan. Ben belgesellerimle biçim ve anlatmak istediğim bağlamda deneyimledim.

Burada bir doyumdayım. Onun farkındayım.

Çok erken ama sırada başka belgesel projesi var mı, konusu ne olacak?

Yapmak istediğim birkaç şey daha var ama önceliğim aslında çok uzun zamandır bekleyen, bu belgesel süreçlerinin de bende biriktirdiği hikayeler var. Bunların filmlerini, kurmaca filmlerini yapmak istiyorum. O benim için biraz daha öncelik. 2026’da sete çıkmak istiyorum ama demin dediğim gibi fonlama ve akış süreçlerine bir bakmamız lazım. Olmasa da girişmek istiyorum ama o fonların içinde görünmediğiniz zaman festivallerde olma şansınız da olmuyor.

Birkaç tane daha belgesel fikri var ama tekrara düşmek ve bir doyum noktasındayım. Biraz uzaklaşmam gerektiğini de düşünüyorum. Bu herhalde yolda düzülecek. Yaptığımın gerisinde kaldığımda canımın sıkılacağını biliyorum. Ama belki bazen bu düşüşleri de yaşamak gerekiyor.

Üniversitede uzun yıllar geçirdiğim için pratikteki çalışmalarıma geç dönebildim. Yani biraz daha geç yaşta başlayabildim. Bunu bir pişmanlık ya da serzeniş anlamında söylemiyorum.

Çünkü bunları yapabilecek birikimi beraberce kurduk. Çok uzun yılların emeği oldu. Eko Eko’nun 14 saat içeriği var, her biri tek başına uzun metraj sayılabilecek kadar belgeseller çıkardık.

Bu çok önemli bir getiri. Bundan sonrasında da o meyveleri toplamaya başlayacağız galiba. Biraz geç girdim, bazen telaşlı oluyorum, kafamda soru işaretleri oluşuyor ama bu yol böyle yürünüyormuş yani onu öyle anladım. Çünkü o bağımsızlığı korumak, beraber düşündüğünüzü kurabilmek zaman alıyor yani hemen olacak şeyler değil. O yüzden zaman algısını Zamanın Kıyısında Sınav’da nasıl kırmaya çalıştıysak kendi yaşamında da telaş etmeden kırmaya çalışıyorum. Kurmaca da var kafamda ama eşitsizlik ve işçi hikayeleri üzerine belgeseller çekme düşüncem var.  Belki onların bir iki tanesini yapıp diğerlerinin de belki sadece danışmanlıklarını yapacak şekilde ilerletmeyi planlıyorum.

Son olarak ne söylersin?  

Bana bu fırsatı verdiğin için çok teşekkür etmek isterim. Çünkü konuşamıyoruz ve şu çok kritik geliyor bana. Yaptıklarımız bunları okuyabilecek, değerlendirebilecek eleştirmenler olmadan hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü filmleri okumak eleştirmenlerin yardımıyla oluyor. Onların da buna ayıracakları mesainin karşılığını alıp almadıkları bir soru işareti.

O yüzden hak da veriyorum. Ama sinemamızda üzerine estetik olarak tartışabileceğimiz anlatı, biçim, içerik tartışmalarını yapabileceğimiz çalışmalar var ama bunlara üzerine derin çalışmaların çok yoğun yapılmadığını, en azından popüler kültür düzeyinde dolayısıyla da bu noktada bir eksik yaşadığımızı düşünüyorum. Dolayısıyla senin gibi önemsediğim birinden bu soruları almak ve onu cevaplamak keyifli. Derinlemesine, sosyal medyada kavrulup gitmeyecek şekilde okunabilecek metinlerin de çoğaldığı bir ortam dileğiyle…

 

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.