Ülkemizde yapım sonrası aşaması bir film yaparken çok az yönetmenin hakim olduğu bir aşama. Yönetmenin bu aşamayı ‘’çok da fazla’’ bilmesine gerek yok belki.
Bu aşama zaten o süreçte çalışan insanların işidir. ‘’Çok fazla bilmek’’ yönünde aksini iddia etmesem de, gerektiği kadar yönetmenin yapım sonrası üzerine bilgi sahibi olmasının, sinemasına ve sinemacı kimliğine neleri kazandırabileceği ve neleri kaybettirebileceğinden bahsedeceğim. Bu süreci bilmeyen bir yönetmenin, nasıl başarısız bir iş çıkartabileceğini, hatta yapım sonrası çalışanlarının elinde oyuncak ve alay konusu olabileceğini anlatacağım. Sonunda da neden böyle olduğunu bulmaya çalışacağım. Sinema eğitimi aldığım sırada, senaryo dersi aldığım kıymetli bir dramaturgdan, sinemanın ve onun temeli olan kurgunun üç aşamada oluştuğunu öğrendim. Bir sinema filminde oluşturulacak olan kurgu yazım aşamasında senaryo ile başlar. Çekimler sırasında yönetmenin senaryoya uygulayacağı reji dili ile devam eder. Bu aşamada ona görüntü yönetmeni de katkıda bulunabilir. Son olarak montaj masasında son halini alır ve kurgu tamamlanır. O halde diyebiliriz ki; Yapım sonrası aşamasını bilmek bir sinema yönetmeninin bilmesinin zorunlu olduğu bir aşamadır. Burada kastettiğim sadece montaj değil. Renk ve sesi de buna katıyorum.
Fakat ülkemizde işler pek böyle yürümüyor. Yapım sonrasına gelene kadar, daha senaryo aşamasında başlayan ve dedramatizasyon metinlerin ortaya çıkmasına sebep olan bir bilgisizlik hali var. Bunu bilinçli olmadan yapanlar olduğu gibi, bilinçli yaptıklarını söyleyenler de var. Bazı insanlar, öyküyü sinemada yatsır, hatta dışlarlar. ‘’Tema üzerinden bir karakter anlatmayı’’ tercih ettiklerini söylerler. Ben bu fikre katılmam. Bana göre olması gereken karakterin, iyi kurulu bir metinde öykünün anlatım aracı olabileceğidir. Aksini iddia ederek yola çıkan insanların sinemasının kurgusu mutlaka zayıf olur. Kurgu önce kafada bitmelidir. Aksi olunca haliyle çekimler sırasında ne yaptığını bilmeyen ve ne yaptıkları hakkında set çalışanlarına hakim olmadığını açıkça yansıtırlar. Bu süreç setten sonra masada da devam eder. Bunun sonucunda Hitchcock’un bir tanımlamasıyla, elinde bir filmden çok ‘’bir takım konuşan ve hareket eden insan görüntüleri’’ ile güzel manzara fotoğrafları ortaya çıkar. Çekimler bittikten sonra bir stüdyo kiralarlar. Bu insan ve manzara görüntülerini, parasını ver işini yaptır diye gördükleri, onların deyimiyle postçuların bir filme dönüştürmesini umut ederler. Çünkü en baştan kafalarında başı sonu belli olan bir kurguya sahip değillerdir. Bunun sonucunda da, yapım sonrası aşamasında çalışanların sabırlarını ve sinirlerini zorlarlar. Deminde söylediğim gibi Böyle olunca yapım sonrası çalışanları, masada işlerini yaparken yüzlerine güldüğü yönetmenlerin çoğu zaman arkasından iyi düşünceler beslemezler. Gerçi bu sette de böyledir. İyi iş planı yapamadığı için ekibi gereğinden fazla yorarak çalıştıran yönetmen yardımcısına, arkasından küfreden kamera ve ışık gruplarından pek farklı değildir yaptıkları. Konum şu an onları içermediği için başka bir yazıda belki o konulara da değinirim. Madem bu aşamada çalışan insanlar, bir film yapmaya yetersiz gördükleri bu yönetmenleri ‘’yönetmen’’ olarak görmezler? Kendilerini yaptıkları işten soğuttuklarını düşünürler. Peki neden o halde işlerini yaparken yüzlerine gülerler? Kendisine elindeki çöpe dair ‘’Nasıl olmuş? Sence izlenir mi?’’ diye sorulduğunda; ‘’İyi çekmişsin! Sonuçta komedi, izlenir abi..’’ Veya ‘’Zaten festival filmi, farklı, gönder bence’’ gibi samimi olmayan laflar ederler? Sadece yapmaları gereken işlerini yaparak bu insanları boşuna pohpohlamasalar? Bu davranışlarını sadece para kazanma kaygısı ile açıklamak yeterli olur mu? Sadece bununla açıklanamaz tabi. Karakter denilen unsur da buna sebep olur. Elbette herkesin bir para kazanma kaygısı vardır. Bu kaygı bizi bazen isteklerimizin,zevklerimizin aksi birşeyi yapmaya da itebilir. Ancak para kazanırken insanın karakterinden taviz vermesi biraz da kişilik sorunudur.
Eline verilen o çöp görüntülere eğer olmamış derse, bilir ki bir daha o yönetmen ona gelmez. Böylece çalıştığı şirket bir müşterisini kaybedebilir veya kendisi oradan çıkıp bir işyeri açtığında yine o kişi kendisine gelmeyecektir. Bu yüzden dürüstlüğünden taviz verirler. Piyasada gerçek anlamdaki yönetmenlerden çok böyle ’’yönetmencikler’’ çoğunlukta olduğu için, sevmese ve beğenmese bile, bu kişilerin yaptığı işe güzel diyebilirler. Burada bir felsefi sorun olarak etik sorunu ile yüzyüze gelir ve bunu pek de umursamazlar. Bu dört harfli kelime aslında çok derinlemesine tartışmalara yol açabilecek bir kelimedir. Çok derinlemesine girmeden sadece şunu sorgulayacağım. Para kazanmak için kişi ahlaklı davranış biçiminden vazgeçmeli midir? Cevabı benim açımdan asla… Böyle yapmayan insanlar da var elbette. Yönetmenlerin yüzüne karşı; ‘’ Bu ne? Bunu niye böyle yaptın ki? Hatalı bu iş’’ diye söylemekten çekinmezler. İşlerinde yetkin olan bu insanların ‘’müşteri’’ kaybetme korkusu yoktur. Bu yüzden de ahlaki bir açmaza düşmeden, mesleki olarak tatmin edici işler yaparak para kazanırlar. Bu farklılığın sebebi tamamen eğitimle veya kendini geliştirmekle alakalıdır. Yüksek eğitimini bu iş üzerine almış, hatta yurtdışı görmüş ve kimseye ‘’eyvallah’’ çekmeyen adamları belirtmemek haksızlık olur diyerek onları bir kenara bırakalım. Eğitim almamış dahi olsa, karakteri itibariyle meraklı, araştırmacı kişiler, ingilizce metinlerden gece gündüz yapmak istediği işi okuyup, sektörde en kalifiye elemanlar arasına girebilmiştir ama sayıları çok azdır. Birde yurtdışından gelmiş garibanlar var. Gariban dediğime bakmayın, çok ciddi kaşe ücretleriyle çoğunlukla reklam işleri yapar bu gurbetçi arkadaşlar. Kendi liginde top koşturamamış olacaklar ki yolu buralara düşmüştür. Kendilerine göre yetkinlik bakımından, bir alt ligdeki oyuncuların atamadığı golleri atabildikleri için burada yıldızlaşırlar. Bu kişilerin de yaptıkları işe dair yeterlilikleri, eleştirdiğim gruptakilerden fazla olduğu için, o gruptakilerle yeterlilik açısından karşılaştırmam. Ne kadar para o kadar köfte mantığıyla, aldıkları ücrete göre yetkinliklerini konuştururlar. Çerçevenin tamamına değinebilmek adına bu farklılıklardan bahsettikten sonra çoğunluğa geri döneyim. Ayırdıklarım dışında kalanlar genellikle bir şirkete zamanında girmiş, uzun süre para almadan veya çok cüzzi rakamlara iş öğrenebilmek için gece gündüz köle gibi çalışmış, sonra biraz işi öğrendiğinde bir ’’piyasa’’ filminin kurgu, renk veya sesini yapabilecek noktaya gelmiştir. İrice bir ofis koltuğu elde etmişlerdir. Tıpkı bir masa ile bir mühür sahibi olmuş memur gibilerdir. Ondan sonra ne uzar ne kısalırlar. O halde şu durum karşımıza çıkıyor. Sanatla uğraşan bir insan olarak entellektüellikten uzak ve işinde yetkin olmadan bu işlerde çalışan bir kişinin, sinema filmi çekmekten anlamayan yönetmenden pek de farkı yoktur. Çünkü film bağlamakla, film kurgulamak ayrı şeylerdir. Tıpkı renk düzeltmek ile renk düzenlemenin farklı olması gibi. Birinde yaratıcılık istemez, diğerinde yaratıcılık ister. Bu insanlar zoraki yüzüne gülüp arkasından söylendiği insanların işini yaparak hayatını kazanır. Sorsan ‘’yönetmencik’’ yönetmen değildir ama kendisi yaratıcı bilmem nedir… Süslü ambalajlı ürünler üreten bir şirkette, sabah akşam hep aynı basit montaj tekniklerine sahip işler yaparlar. Hollywood filmlerinde ki kesme-bağlama,kare atma,hızlandırma,yavaşlatma vs gibi numaraları bir güzel araklar ve işi bilmeyen yönetmenlere çok güzel pazarlarlar. Filmin dramatik yapısına, kurgusuna ve ruhuna uygun rek yapmaktan uzak renkçinin durumu da farksızdır. Sırf komedi filmi olduğu için canlılığı patlatır ve renkleri ısıtırlar. Ya da dönem filmiyse yine bir holywood filmi açılır oradan bakılarak renkler soğutulur ve üçüncü sınıf bir kopyası yapılır. Gerçek yönetmenler haliyle onları tercih etmezler. Ayırdığım gruplarda ki daha yetkin insanlarla çalışırlar. Birde haksızlık etmeden belirteyim ki; ‘’Yönetmenciklerin’’ bu adamların üzerinde oluşturduğu tahribata da değinmek gerekir. Bu tip piyasa işlerini çıkartan şirketlerde çalışanların çoğu, birazda önlerine çoğunlukla bu çöp görüntüler getiriliyor olduğu için ilerleyemezler. Görücü usulü evlendirilen insanlar gibi birbirlerini tanımadan, bir ortak dil geliştirecek diyaloğa giremeden çalışacakları projenin yönetmeniyle bir araya gelir, bir kahve içerken mevzuyu konuşur, acele bir şekilde çalışır ve bir iki haftadan fazla görüşmezler.
Aralarında ki sadece ticari ilişkidir. Fakat yetkin olmayan yönetmenler genellikle gerçek film yönetmenlerinden bile burnu havada takılır. Konuşan ve hareket eden insanları kamerayla kaydedebildikleri için kendilerini yönetmen sanırlar. Haliyle çöp de olsa bilmem kaç tane filmde çalışmış, iyi kötü onlardan fazla birşeyler öğrenmiş insanları biraz da bu halleri sinir eder. Ama ne demiştim? Benim için bu sebeplerin hiçbiri etikten koparak yaşamanın, insanlara yalan söylemenin gerekçesi olamaz. Aslında bu arkadaşlar biraz dürüst olsalar, yönetmenin iyi bir iş yapmadığını söyleseler, o kişilerin burunları iner. Onlar bunun aksine, yoğun iş tempoları içinde söylenmeye başlayan bir tanesi olursa, bir gecede fragman bağlayarak gazlarını almayı tercih ederler. Bu noktada bilmezler ki; İnsanlar biraz da vazgeçebilme özellikleriyle büyürler… Ah o paradan bir vazgeçebilse, hem karakteri, hem mesleki yetkinliği yükselme yoluna girecek. Bir de bu yüze gülmelerden etkilenip samimi olarak bu insanlara yaklaşan, dost sanan saf yönetmenler vardır. Kafasında bir kurgu olmadığı için, o an sahneyi elde olan tüm planlarla defalaca bağlatırlar, ne zaman ki sıktıklarını anlar o zaman tamam oldu derler. Onların burnu havada değildir ya, o zaman fena ezilir ve kandırılırlar! İşleri montajdan çıkar, renge girer. İki günde işi yapılır, ama adam beş gün sonra çağırılır. Kendilerine bir haftadır senin filminle uğraşıyoruz denir. Onlarda teşekkür eder pek bi sevinirler. Onun işi yapılırken patron için daha kıymetli bir müşterinin işi öne çekilirse, o garibana laboratuvarda bir sorun olduğundan tutun da, bakım,arıza vs türlü türlü yalanlar söylenip bekletilir. Yanında sarışın oyuncusunu montaja her gelişinde getirip poz yapmamış, gel dendiği dakikada orada olmuştur. Terbiyelidir ama bilgisizliği yüzünden ona böyle davranılır. Arıza demişken şuna da değinmek gerekir. Bir sıkıntı çıktığında, yönetmen ve yapımcıların dışarıdan getirdiği serbest çalışanlar suçlanabilir. Sürekli birlikte çalıştıkları, işin renginini takip eden görüntü yönetmenlerinin yüzlerine güleryüzlü olup arkasından yapımcıya onu hedef gösterebilirler. Kendilerinden kaynaklı bir hatada yalan söyleyebilir ve insanların ekmekleriyle oynayabilirler. Bu sektör çok vahşidir bu konuda. Video monitörü ile laboratuvar eşlemesi(kalibrasyonu) bozuk halde film basan şirketler bile görebilirsiniz. İzlettikleri görüntüde ki sorunları ilk bakışta anlayacak kadar hakim olmak gerekir. Neyse ki böyle tecrübeli yapımcılar ve yönetmenler de vardır.
Aslında patronlara değinmişken yazıyı onlarla tamamlayalım. O yönetmenciklerin yazdıkları ‘’senaryolara’’ bir koyup on alma kaygısıyla ticari bir yatırım olarak yaklaşıp, parayı verenler onlardır. Yapım sonrası çalışanlarının işi yaparken çalıştığı pahalı bilgisayarlara, cihazlara sahip olanlar onlardır. Kendilerinin ‘’oynat’’ tuşunun yerini bilmemesine rağmen üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar onlardır. Çalışanın ürettiği iş üzerinden kat kat fazla kazanan onlardır. Patronların daha fazla kazanabilmek için dayattığı, çok uzun süreler boyunca sağlıksız çalışma koşulları yüzünden, bu insanlar bir döngünün içinde birbirine hapsolmuştur. Birde böyle burnu havada veya bilgisiz yönetmenlerle gün boyu muhattap olmak, onların üzerinde yıkıcı tahribatlara sebep olur ve karakterlerinden taviz vermeye başlarlar. Yaptıkları film biter, o insanı bir daha görmezler belki. Fakat patron hemen bir sonraki işi alır. Tam rahatlayacaklarken yeniden aynı süreç başlar. Bu adamlarda o döngünün içerisinden, istifa etmeden veya isim yapmadan kurtulamazlar.Böyle olmayan sektörde isim yapmış insanlarsa, yüksek kaşe ücretleriyle bir işten aldığı parayla bir dönem hayatlarını sürdürebilirler. Bu döngünün içinde hapsolmaz, ruh sağlıklarını ve karakterlerini korurlar. Yetkinlikleri sayesinde hem istedikleri işi alma lüksüne sahip olur hem de patron derdi çekmezler. Kimseye haddinden fazla ilgi göstermez, yalan söylemez, dürüstçe işlerini yaparlar. Yekin olmayan postçulardan ise yönetmene dost olmaz. Görüntü yönetmenleri için de bu geçerlidir. Yönetmen eğer filmi batırırsa gırtlağına yapışacak olan patrondan zaten hiç dost olmaz! Türkiye’de sinema filmi çekecekseniz bu konuları dikkatten kaçırmamak lazım…
SELÇUK BENLİ