Türk sinemasının en genç ama en önemli festivallerinden olmayı başaran Suç Ve Ceza Filmleri Festivali 7 Kasım’da başlıyor. Göç temasını odağına alan festivalin Akademik ve Film Programı Koordinatörü Bengi Semerci’ye teybimizi uzattık.

Bu ülkenin festivallerinin aşama kaydedebilmesi için birbirlerinden farklılaşabilmeleri ve kendi yapılarını kurabilmeleri gerekmektedir. Bu ayın 7 ve 13 Kasım tarihleri arasında yapılacak olan Suç Ve Ceza Filmleri festivali birçok yönün dışında bu anlamda da önemli bir organizasyon. Tematik film festivali için önemli bir örnek. Festivalin bu yıl ki konusu göç ve mülteciler. Akademik ve Film Programı Koordinatörü Bengi Semerci ile hem festivali hem de günümüzün en büyük sosyal yarası olan göçü konuştuk. Semerci’nin söylediği “Mülteci bütün dünyaya gidebilir ama kendi evine giremez” lafı olayın dramını bütün açıklığıyla ortaya seriyor. Aslında başka söze gerek yok ama biz biraz daha konuştuk…

Tematik bir festivale süreklilik kazandırmak güç bir iş. Şu anda geldiğiniz noktada ilk başladığınız zamandan farklılık nedir?

Herhalde gönüllü olmakla ilgili. Bu festivalin bence en büyük özelliği herkesin gönüllü çalışması. Ücretli çalışan kişi sayısı çok az, onlar da normalde almaları gereken ücretlerin çok altında ücretlerle çalışıyorlar. Yapanlar olarak yararına çok inanıyoruz. Çünkü amaç sadece bir festival, akademik bir program yapmak değil. İkisini ayrı ayrı yapmak daha kolay aslında. İkisini match etmek çok daha zor. Neler öğrendik? Akademik toplantı yapmayı biliyorduk zaten, şimdi film festivali yapmayı öğrendik. Sinema dünyası nasıl bir şeymiş ben çok şey öğrendim en azından. Gerçekten çok farklı bir dünya, işleyiş sistemi çok farklı. Dolayısıyla yeni bir eğitim oldu benim için.

 

İlk zamanlmar bazı tepkiler almışsınızdır şimdi nasıl tepkiler alıyorsunuz, insanlar nasıl algılıyor festivali?

Bu sene en çok hoşuma giden şey kimi arasam “Ben o festivali biliyorum” lafını duymaktı. İki yıl önce aradığımda uzun uzun anlatmak zorunda kalıyordum. Ama bu sene bunu yapmak zorunda kaldığım çok az insan oldu. Bu çok hoş, bu kadar emeğin çok da boşa gitmediğini artık bilinirliğinin arttığını gösteriyor. Hatta “Ne kadar güzel, ben de içinde yer almak istiyordum” yanıtları arttı. Basının ilgisi gittikçe artıyor. Herhalde basın da biraz karmaşa yaşıyor, akademik temaya mı yoğunlaşılsın, film tarafına mı yoğunlaşılsın konusunda. Festivalin herhalde hem haber basınını, hem magazin basınını kaynaştırma özelliği de olacak bu durumda.

 

Türk sinemasında tematik filmler çok fazla üretilmez. Halbuki siz bir konu koyuyorsunuz ve bununla ilgili film göstermeniz, bununla ilgili üretim yapmış insanları çağırmanız gerekiyor. Bu konuda zorlukları nasıl aşıyorsunuz çünkü Türk sineması bazı konularda çöl gibi.

İki tane sıkıntımız var. Birincisi değişmeyen bir temamız var. O bir anlamda rahatlatıcı bir şey. Adalet temel tema. Zaten festivale başlarkan sloganımız “Herkes için adalet”ti. Ve her yıl seçtiğimiz tema adalete ulaşımı zor olanlara adalet getirmek amacındaydı. Onun için kadın, çocuk, mülteci diye gidiyoruz. Genel anlamda adalet oldunda temaya uygun film bulmak biraz daha kolaylaşıyor. Bu hem Türkiye hem yurtdışı için geçerli ama Türkiye için daha çok geçerli; “Adalet filmi istiyoruz” dediğimizde içinde mahkeme varsa, “Kanun namına” diye bağıran bir jandarma, ya da polis varsa bunun adalet filmi olduğu düşünülüyor. Halbuki biz Suç ve Ceza Film Festivali derken vurgulamaya çalışıyorduk ki adalet sadece suç ve cezadan ibaret değildir. Daha geniş bir kavramdır. Elbette ki adalet sağlanırken suç ve ceza kavramları olacak ama adalet sadece bunlardan ibaret değil. Türk sinemasında adalet filmi diye baktığımızda bu üçgenden çok çıkılmadığını gördük. O nedenle bu sene sinemacılarla Türk Sinemasında Adalet diye bir panel düzenledik. Senaryo yazarlarını, yönetmenleri, sinema eleştirmenlerini davet ettik. Nasıl görüyoruz adaleti diye buna bir bakmak istedik. Yurtdışından daha geniş perspektifte gelebiliyor filmler. Bu sene göç konusunda yine yurtdışından dönüş aldım çünkü göç, mültecilik bütün dünyanın sorunu. Türkiye’ye baktığımızda da çok güzel göç filmlerimiz var ama çok eski. Halbuki festival için son iki yılda çekilmiş olması gerekiyor. 2000’li yıllardan itibaren yakınlarımızdaki savaş nedeniyle Irak’tan geldiler, Afganistan’dan geldiler, şimdi Suriye’den geliniyor. Buna rağmen bizim bu anlamda göç filmimiz hemen hemen yok. Biz göç deyince köyden kente sırtına yorganını vurmuş ekmek parası peşinde koşan adamı anlıyoruz. Yine insan ticaretinin çok sık haberlere konu olmasına rağmen, ya da efsane halinde TIR’ların gizli depolarında insan kaçırılıyor şeklinde çok konuşulmasına rağmen bunlarla ilgili çekilmiş bir film yok. Uzun süredir burada yaşayan ve çalışan bir sürü göçmen var. Mesela İsrail, Fransız ortak yapımı film geldi İsrail’de evde çalışmak için gitmiş kaçak Filipinli göçmenlerle ilgili. Bu ülkede 15 yıldır eski Sovyet cumhuriyetlerinden ev çalışanı olarak kaçak gelen bir sürü insan var. Bunlarla ilgili hiç bir film yok, onlarla ilgili filmler Nataşa kavramı içinde sıkışmış çok da yüzeysel olan filmlerle kalmış. Gerçek anlamda onların yaşadıklarını yansıtabilecek filmler yapılmamış. Bunların da tartışılması gerekiyor. Ben dışarıdan bunları gözlemci olarak görüyorum ama sinemacıların kendi içlerinde bunları tartışması lazım.

 

Bunların hepsi sonuna kadar siyasi konular, festivalin bu yıl çok gündemde olan bir başlığı var. Bu kadar sıcak bir konuyla ilgili festival yapmanın zorlukları yok mu?

Öncelikle biz düzenleyenler olarak ayaklarımız yere bassın istedik, Türkiye’deki mülteci kamplarını ziyaret ettik. İkincisi bütün tarafları davet ettik. Mültecilerle, göçmenlerle ilgili Türkiye’deki tüm sivil toplum örgütlerini, Göçler İdaresi Daire Başkanlığı’ndan başlayarak devlet ayağını, artı yurtdışı çalışan Birleşmiş Milletler Göç İdaresi’ni, bütün hepsini davet ettik. Ne yapılıyorun resmi tarafını, ya da daha doğru tarafını görmeye çalıştık. Bulabildiğimiz kadarıyla kendi deneyimlerini anlatacak kişileri, kendisi göçmen ve mülteci olan kişileri toplamaya çalıştık. Onun dışında da diğer devletler bu işe nasıl bakıyoru anlamak için yaklaşık 30 farklı ülkeden, ki özellikle göç konusunda sıkıntısı olan ülkelerden insanlar çağırdık. Bunların içinde en çok Alman akademisyenler var. Biz yıllarca Almanya’da göçmen olmaktan ötürü sıkıntı çekmiş bir milletiz. Almanların bize ayrımcılık yaptığını, bizi hor gördüğünü, damgaladığını ve bununla ilgili üç kuşağın sıkıntılarını gündemde tutmuş bir ülkeyiz. Bunu çok iyi algılayabilen bir ülke olmamız gerekirken nasıl olup da Suriyeli mültecilere karşı bu kadar tepkisel olabiliyoruz, korkumuz nedir, endişemiz nedir konusunu bunu yaşamış ve çözümlemişlerin gözünden tekrar gündeme getirmeye çalıştık. Herkesin konuşma hakkı var. Bütün oturumlar herkese açık ve ücretsiz. Bu konuda sözü olan, konuşmak isteyen dinlemek, öğrenmek ya da sormak isteyen herkes katılabilir. Bence Türkiye’nin her konuda böyle ortamlara ihtiyacı var. Kimse göçmen ya da mülteci olmak istemez. Dünyada buna gönüllü gidebilecek çok az adam olduğunu düşünüyorum. Çünkü göçmenliğin ya da mülteciliğin tarifi kendi evinizin dışında hapsolmak demek. Küçük bir yerde hapsolmaktan daha kötü bir şey. Dünyanın her yerine gidebiliyorsunuz ama kendi evinize dönemiyorsunuz. Gittiğiniz yerlerdeki hayat şartları ne kadar iyi olursa olsun herkes evine dönmek ister. Evet insani şartları sağlamak her ülkenin görevidir, bence Türkiye de elinden geleni yapıyor ama o insani şartlar dediğimiz şeyler öyle çok da topluma yansıtılmaya çalışıldığı gibi beş yıldızlı otel, ekmek elden su gölden değil. En son bir mülteci kampına gittim gerçekten mülteci kampı olarak çok çok iyi bir kamp. Ama sonuçta bir kamptı ve belli bir metrekarenin içinde dışarı giriş çıkışınız kontrollü, yapabilecek bir işiniz yok, bütün bir gün boyu orada duruyorsunuz. Hangimiz ne kadar dayanabiliriz böyle bir şeye. Eviniz aslında kilometre olarak çok yakın ama çok uzakta, ulaşma şansınız yok. Kilis civarındaki kamplarda baktığınız zaman Halep’i görebiliyorsunuz. O kadar yakın görünen yere gitme şansınız yok çünkü hayati tehlikeniz var. Tabii ki mültecilik gelen toplum için de değişimdir, zorlukları var, sıkıntıları var. Onun için de dengeleri iyi sağlamak gerek, bu ancak konuşarak ve ne olup bittiğini anlayarak olur. Biraz belki bu festival nedeniyle bu gündeme gelebilir. Eğer becerebilirsek akademisyenlerden bir kısmını alıp bir kampa gidip orada bir günlük program yapmayı planlıyoruz.

 

Festivaller dünyada bir değerleri olsun, dünyada da tanınırlığı olsun isterler. Sizin festivalinizin tematik olması bunu çok kolaylaştırabilir. Globalleşme yüzünden herkesin benzer problemleri var. Sizin festivalinizin dünya ile entegre olduğunu söyleyebilir misiniz?

Mümkün olduğu kadar diğer film festivallerinin listelerinin içine girmeye çalışıyoruz ama bu bir üniversitenin düzenlediği festival. Çalışanların hepsi amatör ve aslında hiçbirinin işi de bu dünya değil. En azından yurtdışındaki üniversitelerden istekler var, “Bunu biz de yapmak isteriz, biz de paylaşmak isteriz” diye. Almanya’dan, Amerika’dan. Belki yine o çevreden yayılarak bir yurtdışı açılımı olabilir. Daha ilk festivalimizde yurtdışındaki basında yer almayı becermiştik, yine her yıl yurtdışı basını davet ediyoruz. Dolayısıyla gelen film sayısı her yıl artıyor. Her yıl gelen filmler daha konuyu algılayarak gönderilmeye başlandı. Zamanla dediğinizin olacağını düşünüyorum ama gücümüz şimdilik bu kadar.

 

Dünyada o kadar çok problem var ki, siz bu sorunların arasından tercih yaparken nelere dikkat ediyorsunuz?

İşin aslını isterseniz biz geçen yıl film festivalimiz bittiği gün bu yılın konusuna karar vermiştik. O zaman göç Türkiye’nin bu kadar da gündeminde değildi. Ama belki akademisyen bakış açısıyla o sürecin o şekilde ilerleyeceğini, göçle ilgili mutlaka bir şeyler yapılması gerektiğini kendi aramızda konuştuk ve kararı öyle verdik. Bu bir adalet arayışı, mümkün olduğunca buna ulaşmakta zorlanan kişilere özgü sorunları seçmeye çalışıyoruz. Bu yıl bittiğinde yine böyle bir projeksiyon yapacağız. Belki herkesi ilgilendirebilen bir konu olabilir. Belki kişilik hakları, herkesin bireysel adaleti olabilir.

 

Sizin gibi sosyal dertlerle uğraşan, bir çözümleme ihtiyacı duyan festivalin karşısında da o birikimi sağlamış, bu üretimleri yapmış sinemacılara ihtiyacı var. Fakat Türk sinemasında belirli bir yaşı geçtikten sonra yönetmenler oturdukları yere otururlar ve hiç üretmemeye başlarlar. Karşınızda belirli sosyal problemleri kafasında çözmüş, bunları dert edinmiş, bunlar için üretim yapmış ve yapmaya devam eden çok fazla insan yok.

Ama çabalayan çok var diye düşünüyorum. Sinema kültürü de kendi içinde değişim gösteriyor, yoksa zaten böyle bir kültür olmaz. Her yıl artan sayıda genç yönetmenlerden çok katkı görüyoruz. Tabii onların daha çok fazla birikimleri yok ama kafalarında fikirleri var. Belki henüz onları uygulayabilecek maddi destekleri ya da tecrübeleri yok ama gerçekten bu konularda kafa yoran, çalışan bir kitle var. Niçin bir başka sanat dalı değil de sinema seçtik çünkü sinema toplumun içindekileri yansıtan en yi sanat dalı. Her ne kadar bizim derdimiz kimseyi eğitmek değil dese de sinema aslında toplumdan alıp yansıtıyor. Mesela göçle ilgili baktığımızda Almanya göçünde çekilmiş muhteşem filmler var. Otobüs filmi herkesin unutamadığı filmlerden bir tanesi. İç göçle ilgili mesela Eşkiya hala konuşuluyor. Ama sinemamız da basınımız gibi. Ne modaysa biraz onun peşinden gitmiş. Dolayısıyla kesilmiş. Almanya’ya olan göç dalgası bitince, rutin haline gelince o konudan çıkılmış. İlk yıl çok fazla film bulamamıştık. İlk yıl konumuz darbelerdi. Sıkıyönetimler, bu konuların konuşulmasının insanın başına bela açacağı dönemler nedeniyle bu konuda çok fazla şey yapılmamış olması normaldi ama göç normal değil bana göre. Bunu belki sinemacıların kendi aralarında tartışmları lazım. Maddi ya da gişe kaygılarıyla olabilir, gösterim alanının ne kadar olduğuyla ilgili olabilir. Ya da sinemanın ne kadar desteklendiği ile ilgili olabilir. Ama sinema koptukça insanlardan, toplumun aynası olmaktan koptukça izlenir mi onu tartışmak lazım.

1967 yılında İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Antropoloji Bölümü'nü bitirdi. Erol Simavi Vakfı Gazetecilik Bursu'nu kazanıp iki yıllık eğitimden sonra Hürriyet Gazetesi'nde istihbarat muhabiri olarak mesleğe başladı. 1992 yılında Hürriyet Yazıişleri'ne geçti. 1993'te Spor Gazetesi'ni kuran grupta yer aldı. 1996'da Hürriyet Yazıişleri'ne döndü. 1999'da Star Gazetesi kuruluşunda bulunmak için Hürriyet'ten ayrıldı. 2000-2001 yıllarında Almanya'da Star Gazetesi'ni çıkaran grupta Yazıişleri Müdürlüğü yaptı. 2002'de Türkiye'ye dönüp Star Grubu'na bağlı olan ve yeniden yayımlanan Hayat Dergisi'nde görev aldı. Hayat Dergisi'nde ve Star Gazetesi'nde sinema eleştirmenliği yaptı. 2004 yılında Star Gazetesi Yazıişleri Koordinatörlüğü görevine getirildi. Halen Star Gazetesi İnternet Yayın Müdürlüğü ve sinema eleştirmenliğini sürdürmektedir. Star Gazetesi, Kral Müzik Dergisi ve internette çıkardığı Cinedergi'de sinema yazıları yayımlanmaktadır. 2007 yılında "Türk Sineması'nı Yönetenler" adlı yönetmenlerle yaptığı röportajları kapsayan bir kitap çıkardı.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.