İranlı görüntü yönetmeni Seyfullah Samadian İran ve Türkiye’nin kültürel olarak çok daha fazla işbirliği yapması gerektiğini söyledi…
İran sineması dünyaya kendini kabul ettirmiş bir sinema. Türk sineması gibi benzer dönemlerden geçen bu komşu ülke sinemasının önemli isimlerinden Seyfullan Samadian Eskişehir’e geldiğinde sorularımızı yanıtladı. Batı medeniyeti tarafından baskılanan ülke sinemalarının ortak üretimler yapması gerektiğini ve Türk dizilerinin aile kurumu üzerindeki etkisini konuştu.
Türk sineması hakkındaki görüşleriniz nedir?
Anadolu Üniversitesi öğrencilerine de söyledim, bugün tüm dünyada Fransa ve İtalya gibi sinemanın çok parlak olduğu dönem kapandı ve yeni bir dönem başladı. Açılan bu boşluğu İran ve Türkiye gibi ülkeler dolduruyorlar. Cannes gibi dünyanın çok büyük festivalleri İran ve Türkiye gibi ülkelerin filmlerine çok özel bir yer ayırıyorlar çünkü bunlarda yeni fikirler olduğunu düşünüyorlar.
Yeni İran sineması hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Artık düşük düzeyli baştan aşağı dansla, şarkıyla dolu olan seviyesiz filmlerin yapılmasını istemiyorlar. Sinemaya kültürel bir disiplin geldi. Doğal olarak değerli yönetmenler devrimden sonra daha kaliteli işler yapmaya yöneldiler. Ama onlar bile yeni İslam Cumhuriyeti’nin kurallarıyla bazen çatıştılar ve sıkıntılar yaşadılar ve o sınırlamalarla uğraşmak zorunda kaldılar. Ama bütün bu sınırlandırmalar yaratıcılığı daha fazla canlandırdı. Eskilerin söylediği gibi yaratıcılığın anası ihtiyaçlardır. Bu sınırlandırmalar kendilerine has üslupları olan yönetmenlerin kendilerini aşarak farklı anlatım teknikleri keşfetmesine neden oldu.
İranlı sinemacılarda bir Fransız etkisi gözleniyor, kendisi bunu nasıl yorumluyor? Bunun dışında İran’da da bizde olduğu gibi bir Kürt sineması var, Türk sinemasının muhalif kısmının büyük bölümünü bu Kürt sineması oluşturuyor. İran sinemasında durum nedir?
Fransız sinemasının İran sineması üzerinde dediğiniz anlamda bir etkisi yok ama daha çok sinema endüstrisi açısından, festivaller ve sinemayı kalkındırması açısından İran sineması üzerinde Fransız sinemasının örnek teşkil etmesinden bahsedebiliriz. Bu arada Bahman Ghobadi gibi yönetmenler de çıktı, filmlerini yaptılar ve Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi kazandılar. Bahman Ghobadi Kürdistan hakkında üç tane film yaptı ama ondan sonra onu yurtdışına çıkmak zorunda bırakanların hiçbirisinin siyasi anlamda Kürt olmakla ilgili takındığı tavırla ilgisi yoktu. Maalesef küresel sistemin siyaseti kavimleri etkileyerek, onların sinemasını kendi siyasetinin gereği olarak destekliyor. Bahman Ghobadi mesela sadece Kürt olduğu için değil, insan olarak heyecanlı, coşkulu, tez canlı bir karaktere sahip, takındığı siyasi tavır sadece Kürt olmasıyla ilgili değil. Hatta Bahman Ghobadi’nin kendisi gibi Kürt olan birçok gençten çok daha fazla İran’ı sevdiğini düşünüyorum. Kürt bölgesinde maalesef daha fazla mahrumiyet ve ezilmişlik mevcut, o yüzden Kürt yönetmenlerin, mesela Bahman Ghobadi’nin yaptığı filmlerde daha fazla yoksulluktan bahseder gibi bir durum vardır ama aslında Kürtler için bir gurur kaynağıdır çünkü onun filmlerinde kullanılan müzikler, anlatım teknikleri Kürtler için gurur verici bir eserdir. Hatta Bahman Ghobadi’nin ülke dışına çıkmasının sebebi Kürtlerle yaptığı filmler değildi, bu konuda devletle sorun yaşamadı ama Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok filminde İran yeraltı müziğinden bahsetti ve o filmle beraber İran’dan ayrıldı. Bahman Ghobadi gibi çok parlak bir yetenek küresel sistemin Kürtler üzerinde oynadığı oyunlardan mesafe alabilsin ve İran için, kendi kültürü için eskisi gibi kaliteli işler yapabilsin. Siyaset yüzünden yaratıcığının ve sanatının zarar gördüğünü düşünüyorum.
Geçmişte, Şah döneminde Türk-İran toplumları arasında daha canlı bir ilişki vardı, daha sonra çeşitli sebeplerle bu ilişkiler kesintiye uğradı. Gelecekte iki toplum arasında daha iyi ilişkiler kurulacağına dair umudu var mı?
Ben bir İranlı olarak Türkiye’de olmaktan ve Anadolu Üniversitesi gibi bir üniversitede atölye çalışması yaptığım için çok mutluyum. Şu anda sahip olduğum bu hissin İranlıların çoğunda olduğunu düşünüyorum, Türklerin de İranlılara karşı aynı hisleri paylaştığını düşünüyorum. Örnek vermemiz gerekirse Nuri Bilge Ceylan gibi bir yönetmen Bir Zamanlar Anadolu’da filminde üç yerde Kiarostami’ye göndermede bulunarak Türk sinemasının İran sinemasıyla ne kadar iyi etkileşim içinde olduğunu gösteriyor. Bizim komşu olmanın dışında, kültürel bir birlikteliğe de ihtiyacımız var dünya çapındaki mass media’nın Türkiye ve İran gibi ülkeleri koyduğu konumdan kurtulmamız gerek. Daha çok siyasi açıdan kenara itilmiş durumdalar ve İran ile Türkiye el ele vererek bu durumdan sıyrılmanın, sinema yoluyla bunu yapabilmenin yolunu bulabilmeli. İran’la Türkiye’nin ilişkilerinin güçlenmesini, karşılıklı birbirlerinin ülkelerine gidecek sanatçıların birlikte daha güzel işlere imza atmalarını, birbirleriyle kültürel alışverişte bulunmalarını istiyorum. Halkı derinliksiz, seviyesiz dizilerden kurtarıp daha nitelikli işlere imza atmalıyız. Maalesef üzülerek söylüyorum ki Türk ve Kolombiya dizileri şu anda İran’da çok revaçta, bunlar aile kurumumuzu ciddi anlamda tehlikeye atmakta çünkü o dizilerde gösterilen kadın ve erkek arasındaki ilişki biçimleri İran’da bu dizileri izleyen herkesin kafasını karıştırmakta, gelenek ve göreneklerin bir kenara itilip ahlak dışı uygulamaların kapısını açmakta. Bu sadece dizilerin yaptığı bir şey değil İran devletinin ve medyasının da bunda kusuru var çünkü o dizileri tercih etmek yerine daha nitelikli işleri tercih etse insanlar bu dizileri izlemek yerine onları izlemeyi tercih eder.
KİMDİR
İranlı fotoğraf sanatçısı ve görüntü yönetmeni Seyfullah Samadian, 1954 yılında Tahran’da dünyaya gelmiştir. Martin Scorsese ve Abbas Kiarostami gibi yönetmenlerle çalışmış, uluslararası alanda saygın bir sanat yönetmenidir. Tahran Üniversitesi’nde fotoğraf gazeteciliği üzerine dersler veren Samadian, aynı zamanda İran kültür dergisi “Tassvir”in baş editörü ve yayımcısıdır. 1978’den beri belgesel filmler çeken sanatçının çalışmaları, genellikle hem İran’ın hem de İran dışındaki ülkelerin sosyal ve kültürel meselelerini konu edinir; kadının İslam toplumundaki konumundan, Küba Devrimi’ne kadar uzanan geniş bir konu yelpazesine sahiptir. “The White Station”(1999), “Tehran: The 25th Hour” (1999) ve “Once Upon a Time in Marrakech” (2006) Samadian’ın belgesel çalışmalarına örnek gösterilebilir.