İki film, iki yönetmen
The Tree of Life, Melancholia
SERDAR AKBIYIK
Bana filmini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim
Lars von Trier’in Melancholia’sı ile Terrence Malick’in The Tree of Life’ı bütün dünyada hemen hemen aynı zamanlarda gösterime girdiği ve ikisi de ne gariptir ki uzak plan dünya görüntüleri içerdiği, ikisi de hayata toptan bir bakış atıp hayatın anlamı ile anlamsızlığını sorgulamaya çalıştığı için kaçınılmaz olarak birlikte değerlendiriliyor hep. Leitmotifleri tamamen farklı olsa da ikisi de garip bir şekilde kesişiyor. Malick, hak etmediğimiz halde kaderin bir cilvesi olarak başımıza gelebilecek her türlü felakete karşı umut ve inancı salık verirken, Trier refah içinde yaşarken bile yakamıza musallat olabilecek hastalıklı ruh hali yüzünden hiçliğe teslimiyetin melankolisini yüceltse de ikisi de eşsiz filmler.
Biliyoruz ki her yazar, her ressam, her müzisyen, her yönetmen yarattıklarında aslında kendisini anlatır. Bazen bu izler ancak en yakınındakilerin anlayabileceği kadar özeldir, bazen de sağda solda yayınlanmış biyografilerinden haberdar olanların bile farkedebileceği kadar aşikardır. İşte Melancholia ile The Tree of Life, aynı zamanda yönetmenlerin hayatlarından kalın çizgileri taşıyan iki film.
HAYAT AĞACININ DALLARI
The Tree of Life’ta 50’li yıllarda, babanın katı disiplin kuralları ile sevecen ama erkeğine karşı ezik, gökten inmiş kanatsız melek tadında (bir ara filmde uçmuyor da değil) annenin arasında çıkışı kendince babasına benzemekte bulan iki erkek kardeşli bir çocuğun hayatını anlatan Terrence Malick, tıpkı filmdeki gibi Texas-Waco’da büyümüştür.
Terrence’in çocukluğu aynı filmdeki Jack’inkine benzer sosyal koşullar altında geçmiştir, Jack’in babası mühedisse, Malick’in babası jeologdur. Jack gibi Malick de üç erkek kardeşin en büyüğüdür. Ve Malick’in kardeşlerinden biri filmdeki gibi erken yaşta hayatını kaybetmiştir. Filmde Jack’in kardeşinin neden öldüğünü hiç öğrenemiyoruz ama Malick’in küçük kardeşi Larry’nin 1968 yılında gitar eğitimi almak için gittiği İspanya’da intihar ederek öldüğünü biliyoruz.
Filmde ölen kardeş de küçük yaşlarından itibaren gitar çalıyordu ve öldükten sonra gitarının boş odasında öylece kalakaldığını görmüştük.
The Tree of Life’da Malick’in hayatıyla çakışan bir karakteri daha açıkça görüyoruz; bu da diğer erkek kardeşi. Ama onu filmde Jack’in kardeşi değil, kafasındaki yanık izinin sık sık dikkatini çektiğini bildiğimiz ve filmin bir yerinde bir ağabey gibi omuzuna elini koyup desteklediği mahalle arkadaşı olarak görüyoruz. Malick biyografilerinde ortanca kardeşi Chris’in bir araba kazası geçirdiği, karısının bu kazada hayatını kaybettiği kendisinin ise kazayı ağır yanıklarla atlattığı yazıyor.
Ve tabii Terrence Malick’in hayatında derin izleri olan din, en başından sonuna kadar The Tree of Life’ın bütün zerrelerine işlemiş olarak karşımıza çıkıyor.
Harvard’da felsefe, AFI’de (American Film Institute) film eğitimi almadan önce St. Stephen’s Episcopal lisesine giden ve 1998’de üçüncü evliliğini St. Stephen’s’deki günlerinden tanıdığı bir episkopal rahibin kızı olan Alexandra ile yapan Terrence Malick’in eşiyle birlikte oturdukları Austin’daki episkopal kilisesinin üyeleri olduğu biliniyor.
Basını bırakın toplum önüne çıkmaktan (Cannes’a ödülünü almaya gitmedi) bile hazzetmediği için Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın efsane yazarı Salinger’e benzetilen Terrence Malick’in hayatı ile son filmi arasındaki kurulabilecek benzerliklerden bazıları işte böyle…
MELANKOLİNİN IZDIRABI
Melancholia’nın yönetmeni Lars von Trier’in ise basından kaçmak gibi bir derdi yok, aksine üstüne üstüne gidiyor. Hayatıyla ilgili sorulmayan ayrıntıları bile önüne gelen gazeteciye anlatmaktan hoşlanır gibi bir hali var ve sadece toplumla değil basınla da ilişkisini ciddi ciddi provokasyon temeli üzerine kurmaya çalıştığı için başı sık sık derde giriyor. Provokasyonun insanları, önünde duran şeyleri farklı bir şekilde görmeye yönlendirdiğine inanan Trier son filmi Melancholia’nın gösterildiği Cannes’da Hitler’i anladığını söyleyerek büyük patırtı koparıp persona non grata ilan edilmeyi başarmış provokatif bir kişilik velhasıl.
Lars von Trier’in özellikle Antichrist filminden sonra birlikte anıldığı önemli bir özelliği daha var. Hayır kadın düşmanlığı değil; o yine provokatif kişiliğinin kendisine kazandırdığı yaftalardan biri. Lars von Trier çocukluk yıllarından beri korkuları, fobileri, takıntıları olan depresif bir kişilik.
Europa gibi ilk dönem eserlerinden kurucusu olduğu dogma hareketi ve Dogville gibi filmlerine kadar sinemanın olanaklarını kullanmayı reddedip kendi çizgisini oluşturmaya çalışmış olan Lars von Trier’in anlattıklarından, özellikle Antichrist’in çekimleri sırasında ağır bir depresyonda olduğunu biliyoruz.
Gelelim son filmine… Melancholia’da baş karakter Justine’in patronu kendisinden yana yakıla bir “tagline” (bir nevi tek cümlelik slogan) koparmanın peşindedir. Genç Tim’i peşine takar tagline’ı öğrensin diye. Tim çabalar ama Justine’in “tecavüz”üne uğrayıp safdışı kalır. Sonunda Justine, patronu Jack’in yüzüne düşündüklerini kusar… “Ürünümüze bağımlılık yaratmak için halka seni satmaya çalışsak nasıl olur, Jack?” der ve ardından saydırmaya devam eder.
Melancholia’nın da her filmin olduğu gibi bir tagline’ı var dikkat ettiniz mi: “A beautiful movie about the end of the world.” Şimdi Melancholia’yı tagline’ındaki gibi izlemeye çalışırsanız (ki filmi böyle de okuyan çok sayıda kişi var) kendinizi internetteki yaygın Nibiru, Marduk grubunun arasında buluverirsiniz. Hani şu Maya takvimine göre, 2012 yılında dünyaya yakınlaşacak ve 13 bin yıl önce olduğu gibi dünyaya felaket getirecek Marduk. Aslında filmde bu komployu besleyecek az da unsur yok…
Ya da Melancholia’yı Trier’ın oraya buraya verdiği röportajlarda attığı ekmek kırıntılarının izinden giderek okuyabiliriz. Böyle bakınca Melancholia daha çok bir duygu durumunun doğa ve falaket senaryosu üzerinden anlatımı olarak görünüyor.
Söylediğine göre Trier’in ailesi komünistti ve annesiyle ilişkileri pek iyi değildi. Yahudi olan Danimarkalı babasının aslında biyolojik babası olmadığını annesinin ölüm döşeğindeyken itiraf etmesiyle öğrenmişti. Biyolojik babası Alman müzisyen bir aileden geliyordu.
Trier, Antichrist filminin ardından verdiği bir çok röportajda depresyonda olduğunu açık açık söylemiş, bu konudaki sorulara verdiği cevaplarda annesinin dominant bir karakter olduğundan, kendisinin kompülsif bozukluğundan, içki ve ilaç içtiğinden, annesinin ölüm döşeğinde açıkladığı aile yalanından bahsetmişti.
Trier, Melancholia’da tıpkı kendisi gibi dominant bir anneye sahip olan depresif Justine’in üzerinden bir alter ego yaratıyor. Ruhsal açıdan sağlıklı olanlar, yabancı gezegen dünyaya yaklaştıkça dengelerini kaybederken hasta olan Justine kabak çiçeği gibi açılıyor, gece bahçeye çıkıp yaklaşan gezegenin ışığında çıplak güneşleniyor, korkan yeğenine büyülü kafes kuruyor, panik içindeki kız kardeşiyle mantıklı konuşmalar yapıyor… “Sadece kendim hakkımda yazabilirim. Justine depresif olduğunda bu aslında benim kendi durumumu anlatışımdır” diyen Trier bir başka röportajında meramını daha da açık ederek “Kadın figürlerime kendimden çok şeyler katıyorum” diyor ve ekliyor “Böyle bakıldığında bu iki kız kardeş bir kişinin sadece iki yüzü. Erkeklerse filmlerimde genelde ya korkaklardır ya da tam anlamıyla salaktırlar. Böyle bakıldığında bu da bir tür öz portredir.”
Melankoliyi depresyon sonrası geçilen bir aşama olarak gören Trier “Benim depresyonum korkuyla başlıyor. İnsan çok fazla korktuğunda vücudun bir şekilde mola alma ihtiyacına girdiğini iddia ediyorum. Bu da insanda yataktan çıkmak istemeyeceği bir depresyona yol açıyor. Korku, kişinin kendisi için dehşet verici ama depresyon aile için de dehşet verici, çünkü onun için bir şey yapamıyorlar. Ardından insan yeniden küçük adımlarla yürümeye başlıyor ve melankoli duygusuna geçiş yapabiliyor” diyor.
Son olarak yine yönetmenin kendi ağzından Melancholia: “Bu filmde melankolinin özünü tutmaya çalıştım. Dünyadan kaybolmak aynı zamanda bir şekilde baştan çıkarıcı bir duygu.” Hiçliğin provoke ettiği depresif bir yönetmenin portresi gibi Melancholia…