Woody Allen da eskir
SERDAR AKBIYIK
Gençliğimden beri hep Woody Allen hayranı olmuşumdur. Kitaplarından filmlerine hep aynı kalabilen ve derdini aynı başarıyla anlatabilen çok az sanatçı vardır. Bunların başında Allen gelir. O, döneminin hep ilerisinde oldu. 70’lerde çektiği Bananas, Annie Hall, Manhattan gibi filmlerde espri yeteneğini bir kılıç gibi kullanabilen, eleştirisini insanların gözüne sokarken inanılmaz kabiliyeti sayesinde kabullenilen bir insandı. Her sanatçı gibi Allen’ın da dönemleri oldu. Yaşlılık veya olgunluk döneminde çevirdiği filmler biraz daha uzaktan bakan ama yine espri gücü kuvvetli, insanların karanlık yönlerini malzeme olarak kullanan yapımlardı. Match Point, Scoop ve Cassandra’s Dream, Allen’ın komedisinden çok dramını konuşturduğu üretimler oldu. Son üç filmiyse, Vicky Cristina Barcelona, What Ever Works ve You Will Meet a Tall Dark Stranger sanki Allen’ın gençliğine dönüş filmleriydi. Esprileri çok güçlü, eleştiriden de korkmayan yapılarıyla geçmişten gelen güzel filmlerdi. Bu ay vizyona giren Midnight in Paris ise beni hayal kırıklığına uğrattı. Woody Allen esprisinden çok kendi klişelerine tutunmaya çalışan ama o her şeye renk veren dahilikten uzak bir yapım çıktı karşımıza. 70’lerde, 80’lerde zamanının ilerisinde olan Allen ne yazık ki 2011’de zamanının gerisinde kalmış. Klasik olarak tanımlayacağımız bir çizginin bilindik çözümleriyle bir Paris güzellemesi çekmiş Allen. Tabii onun en büyük özelliğinin filmi çektiği kentlerin, hikayesinde bir karakter olarak kullanılması olduğunu biliyoruz. Ama mesela New York veya Londra Allen’ın filmlerinde her ne kadar onun yorumuyla verilse de kendi renkleri yönetmeni yönlendirmiştir. Midnight in Paris’te ise Paris tam bir Amerikalı algılamasıyla verilmiş. Masalsı, kendi gerçekliğinin dışında, içi boşaltılmış bir romantizmin iz düşümü. Her Allen filminde olduğu gibi, hatta diğerlerinden fazla muhteşem bir kadro söz konusu, Rachel Adams ve Owen Wilson filmin başrollerinde. Yan rollerde ise birbirinden ünlü isimler var. Carla Bruni, Michael Sheen, Marion Cotillard, Adrien Brody, Kathy Bates ve daha bir çok ünlü isim art arda beyazperdede geçiş yapıyorlar. Allen bu sefer Paris’e gelen ve evlenecek olan bir çifte döndürmüş kamerasını. Gil (Owen Wilson) romanını yazmak için büyük baskı altındaki romantik bir yazardır. Sevgilisi Inez (Rachel Adams) ise ailesinin de etkisiyle hayata daha sağlam tutunmak isteyen bir kadındır. Inez’in anne babası ve ikili Paris’e gelirler. Onların peşinden ise Inez’e hayatı boyunca tutkun olan arkadaşı Paul (Michael Sheen) gelir. Gil bu topluluktan kopup Paris’in ara sokaklarında kendi romantizmini yaşamak ister. Ama kuytularda aradığından çok daha fazlasını bulacaktır. Zamanda geri dönüp Ernest Hemingway, Picasso gibi ünlülerin arasına karışır. Paris’in büyülü gecelerinde Adriana ile tanışır. Bütün bu ünlü şairlerin, yazarların ve ressamların aşık olduğu gizemli kadındır Adriana. Gil’in diğerlerinden farklı olduğunu hisseder ve Adriana bu adlandıramadığı tuhaflığın peşinden gider. Gil ise idealize ettiği aşkı bulduğu Adriana ile gerçek yaşamında olamamanın zıtlığını yaşamaktadır. Gil’in romantizmi aslında tam da Paris’in tarihi gibi gerilerde kalmış bir romantizm. Günümüzde yaşanamayan bu romantizmin peşinde midir Woody Allen yoksa bu film aslında Allen’ın isyanızmıdır günümüzün realizmine bilinmez. Ama bunlar da olsa Allen’ın hisleri günümüzün gerisinde kalmış biraz eskimiş yanını ortaya koymakta. Bizim gibi gençliğini onunla geçirenler içinse başka bir üzüntü kaynağı. Biraz da bizim eskidiğimizi anlatıyor bu duygular. Yine de büyük ustanın bu filmi sadece ona duyduğumuz saygı yüzünden bile seyredilmeye değer.