İlk uzun metrajlı filmi Kırık Midyeler’de çocuk masumiyetiyle büyükler dünyasında kaybolan iki çocuğu anlatan Seyfettin Tokmak Tavşan İmparatorluğu’nda bir çocuğun iç dünyasının naifliği ve şaşırtmacasıyla buluşturuyor bizleri! Tokmak gittikçe kötüleşen, doğaya, ağaca ve hayvana verilen değerin iyice küçüldüğü bir algoritma içinde iyilikle buluşturuyor bizleri, Musa’yı (Alpay Kaya) kurulu bir düzenin içinde başkaldırıcı, aykırı bir biçimde resmediyor ki izlerken hem şaşırıyor hem de seviniyoruz.
Filmin başlarında Musa’nın etrafını çevreleyen kötücül dünyaya karışıp, hayvana, kadına ve doğaya karşı taarruza geçeceğini düşünmüştüm ama filmin kırılma noktası tam da burası oluyor. Yönetmen tavşanı edilgenleşen ve bir imparatorun varlığını sorgulamayan bir kitleyi temsilen kullanıyor, tavşanlar Musa tarafından konforlu bir arka plana taşınıyor ama sorgusuz bir düzen kurma konusunda tavşanlar yine aynı noktadalar!

Film masalsı, gerçeküstü bir estetikle karşımıza çıkıyor, işçi olan annesinin sağlıksız koşullarda hayatını kaybetmesi ve patronun zerre sorumluluk almaması üzerine, üstüne çullanan babası da dahil kurumsal otoritelere tek başına gösterdiği direnişi ve aidiyet duygusunu yakaladığı mağarayı ve tavşanlarla kurduğu büyülü, masalsı ve vicdanlı dünyayı anlatıyor. Babası Beko’nun (Sermet Yeşil) devletten yardım almak için oğlu Musa’yı engelli gibi göstermek istemesi ve bu yalanın Musa’nın bedeninde patlaması sonucu, okulun sahibi ama aynı zamanda köpek yarışı yaptıran okul müdürünün kızı Nergis’i de kendi yarattığı ekosisteme davet eder. Nergis’in de ona katılmasıyla kötücül, yoz sisteme karşı bir direnç başlıyor. Yıkım ya da onarım yetersiz kalsa da belki direnmek ve çökertmek için adım atılmış oluyor!
Tavşan İmparatorluğu zorlu koşullarda geçen bir hayatın resmini çizerken aynı zamanda mağara yansımalarıyla güzel ve ilginç bir görsel şölen de yaratıyor, bu zaman zaman anlatımın da önüne geçiyor, hikayeyi bilerek arka plana iten yönetmen, olay örgüsünü görselleştirerek dairesel, dalga dalga bir etkinin de yolunu açmış oluyor. Filmde aynı zamanda görüntü yönetmeni Claudia Becerril Bulos’un objektif gözü de çok etkili. Uçsuz bucaksız, insansız bir manzarayı, olduğu gibi tüm çıplaklığı ve doğallığıyla ve muhtemelen kamerayı elde taşıyarak çektiği görüntülerle şiirsel bir sinematografi yaratıyor, zaten yönetmen az diyalog kullanarak görselliğin de bir ses olmasını amaçlıyor! Rüzgarın sesiyle örtüşen Erkan Oğur ezgileri de filmin gerilimli geçiş noktalara vurgu yaparken aynı zamanda yumuşatıcı bir görev de üstleniyor. Kurgucu Vladimir Gojun zor seyri olan filmi süreklilik ve ritim duygusuyla ayakta tutmaya başarıyor.

Filmi izlerken Tokmak’ın fazla aktivist bir duyguyla yaklaştığını gözlemlemek mümkün. Tavşan İmparatorluğu arkasından çekiştiren karanlığa rağmen , özünü yakalamaya ve doğru yerde durmaya gayret ediyor. Gençlerin içlerinde yeşeren iyilik tohumları hala biraz daha umut olduğunun sinyallerini veriyor. (Bu film bana biraz da kendisini doğanın iyileşmesi ve savunması için adamış, geçtiğimiz günlerde öldürülen sevgili aktivist gazeteci Hakan Tosun’u hatırlattı, hatırasına saygıyla)
























