1. Cannes Film Festivali bu yıl 8 – 19 Mayıs tarihleri arasında düzenlendi. Nuri Bilge Ceylan’ın dört yıldır merakla beklenen yeni filmi Ahlat Ağacı ilk belirlenen ana yarışma seçkisinde yoktu. Birtakım festival dedikodularına göre yönetim Ceylan’dan 190 dakika uzunluktaki filmini kısaltmasını istemişti ama olumsuz yanıt alınca seçkiye eklememişti. Ahlat Ağacı sonraki günlerde Ayka ve Knife + Heart filmleriyle beraber ana yarışma seçkisine eklenince yerli sinefiller olarak rahat bir nefes almıştık. Ceylan, bugüne kadar Cannes ana yarışmasında yer aldığı 5 filmiyle de ödülle dönmeyi başarmıştı. Uzak ile Grand Prix / erkek oyuncu, İklimler ile FIPRESCI, Üç Maymun ile en iyi yönetmen, Bir Zamanlar Anadolu’da ile Grand Prix ve Kış Uykusu ile Altın Palmiye / FIPRESCI ödülleriyle gurur kaynağı olmuştu. 21 filmlik yarışmada en son gösterilen film olan Ahlat Ağacı’nın gösterim sonrası 15 dakika boyunca ayakta alkışlandığı haberleri de geldiğinde Cannes’dan ödülsüz dönmeyeceği konusunda çoğu kişi hemfikirdi. Lakin Cate Blanchett başkanlığındaki jüri bu sefer Nuri Bilge Ceylan’ı festivalden eli boş gönderdi ve Ahlat Ağacı yönetmenin ilk defa ödülsüz döndüğü filmi oldu.

Peki, Nuri Bilge Ceylan’ın bir filminin ödül alamaması o filmin iyi olmadığını mı gösterir? Bunun cevabının ‘hayır’ olduğunu yıllardır festivali takip eden sinemaseverler filmleri izledikçe ve jürinin kararlarıyla kıyasladığında elbette biliyordur. Festivalde bu yıl Chang-dong Lee’nin Burning adlı yeni filmi FIPRESCI tarafından ana yarışmadaki 21 filmin en iyisi olarak ödüllendirildi, eleştirmenlerin yıldız tablosunda 4 üzerinden 3.8’le rekor kırdı lakin Blanchett başkanlığındaki ana yarışma jürisinden ödülsüz döndü. 1946’dan bu yana Cannes Film Festivali’nin ana yarışma seçkisinde yer alıp da ana yarışma jürisi tarafından ödülsüz gönderilen bazı filmlere ve yönetmenlere baktığımızda ise dudak uçuklatıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Bu da ödül mekanizmasında jüri seçiminin her şey olduğunu, iyi film kıstasının herkese göre farklı olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Ahlat Ağacı’nı ödül alsın ya da almasın yine aynı heyecanla beklemeyi sürdürürken gelin Cannes tarihinde ana yarışma jürisinden ödülsüz dönen ama gönüllerin ödülüne sahip 30 filmlik seçkimize bir göz atalım.

Notorious (1946)

Alfred Hitchcock’un ‘macguffin’ yönteminin en önemlilerinden, dil ve kurgu tekniği açısından usta yönetmenin klasikleşmiş unsurlarını barındıran, zamanının çok ötesinde, Hollywood sinemasına yön veren, en iyi aşk filmlerinden Notorious, Georges Huisman başkanlığındaki jüriden ödülsüz –evet yanlış duymadınız- döndü. O yıl Rosselini’den Sjöberg’e, Lean’den Wilder’a kadar birçok yönetmenin filmi ödüllendirildi lakin Notorious es geçildi.

Umberto D. (1952)

Vittoria De Sica’nın yönettiği (babasına ithaf ettiği), İtalyan yeni gerçekçiliği akımının son filmi olarak kabul edilen, akımın ve Sica’nın en çarpıcı ve dokunaklı eserlerinden Umberto D., çoğu kişiye göre sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri ama görünen o ki Maurice Genevoix başkanlığındaki jüriye göre değildi!

Hiroshima Mon Amour (1959)

Alain Resnais’nin sinema tarihi için büyük önem arz eden başyapıtı Hiroshima Mon Amour’un değerini uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sinema tarihinin en önemli listelerinde her zaman karşılaşacağınız, herhangi bir sinema okuluna başladığınızda hocaların size ilk izlettireceği filmlerden olan Hiroşima Sevgilim, Marcel Achard başkanlığındaki jüriden ödülsüz döndü. O yıl Altın Palmiye’yi kazanan Orfeu Negro ve yönetmen ödülünü kazanan 400 Darbe’ye kimsenin söyleyecek sözü yoktur, lakin bunların yanına Grand Prix ya da en azından Jury Prize olarak Hiroshima Mon Amour’un eklenmesine de kimsenin itirazı olmazdı!

The Exterminating Angel (1962)

Luis Bunuel’in yine sıkı burjuvazi eleştirisi içeren önemli filmlerinden The Exterminating Angel, tek mekan ağırlıklı bir yapıda sürrealist vurgularıyla öne çıkan güçlü bir toplumsal taşlamaydı. Tetsuro Furikake başkanlığındaki jüri Altın Palmiye’yi Brezilyalı yönetmen Anselmo Duarte’nin filmine vermiş, Bresson ve Antonioni’nin filmlerine jüri özel ödülünü paylaştırmıştı ama Bunuel’i unutmuştu.

Cleo from 5 to 7 (1962)

Agnes Varda’nın zamanında pek değeri bilinmeyen ama yıllar sonra en popüler filmlerinden birine dönüşen Cleo from 5 to 7, o dönem Fransız Yeni Dalga akımının tek kadın yönetmeni olarak Godard ve Truffaut gibi entelektüel yönetmenlerin bu sinefil hareketine farklı bir bakış açısı sunmuştu, yeni bir soluk getirmişti. Ne yazık ki Varda’nın filmi o yıl Tetsuro Furikake başkanlığındaki jüri tarafından görmezden gelinmişti.

Seconds (1966)

John Frankenheimer’ın Seconds’ı 60’lı yıllar bilimkurgu filmleri arasında 2001: A Space Odyssey ve Planet of the Apes ile beraber en önemli eserlerden biriydi. Zamanının çok ötesinde çekim teknikleriyle, özgün ve derinlikli tarzıyla o yıllarda izleyenin aklının çıkacağı filmlerden olan Seconds, Sophia Loren başkanlığındaki jüriyi o denli etkilememiş demek ki! Un homme et une femme ve Signore & Signori filmleri arasında Altın Palmiye’nin paylaştırıldığı o yılda Seconds’a bir ‘en iyi yönetmen’ ödülü ne de çok yakışırdı!

La Grande Bouffe (1973)

Marco Ferreri’nin seks, lüks yaşam ve yemek üzerinden tüketim toplumu eleştirisi yapan, meşhur yemek yeme sahneleriyle bünyeyi tiksinti oluşturacak şekilde zorlayan, zamanının en tuhaf kara mizah filmlerinden La Grande Bouffe, FIPRESCI jürisi tarafından 24 filmlik ana yarışmanın en iyisi olarak ödüllendirilmişti. Buna rağmen Ingrid Bergman başkanlığındaki ana jüriden filme herhangi bir ödül çıkmamıştı.

Ali: Fear Eats the Soul (1974)

Rainer Werner Fassbinder filmografisinin en önemli filmlerinden Angst Essen Seele Auf, o yıl FIPRESCI jürisi tarafından yarışmadaki 26 film içinden en iyisi seçilerek ödüllendirilse de Rene Clair başkanlığındaki ana yarışma jürisi filmi ödüle layık görmemişti. The Conversation’ın Altın Palmiye, Pasolini’nin en iyi yönetmen ödülleri hakkaniyetliydi fakat Spielberg’in kendi filmografisi içinde bile kimsenin hatırlamadığı, hiçbir önemli listede bulunmayan The Sugarland Express filmine verilen senaryo ödülü Fassbinder’in filmine gitmeliydi!

Professione: reporter (1975)

Michelangelo Antonioni’nin görsel dildeki çarpıcı yalınlığı ve estetik bakışıyla göz ardı edilemeyecek bir sinema deneyimine dönüştürdüğü, Jack Nicholson ve Maria Schneider ile hatırlanan, finalindeki 11 dakikalık plan-sekansıyla ayrıca sinema tarihine geçen Professione: Reporter filmi Jeanne Moreau başkanlığındaki jüri tarafından ödüllendirilmemişti.

The Tenant (1976)

Roman Polanski’nin başyapıtı, Polanski denildiğinde akla ilk gelen filmlerden The Tenant, hiçbir zaman ödüllerin filmi olmadı. Buna rağmen yıllar içinde yönetmenin apartman üçlemesinin en başat filmi haline geldi. Tennessee Williams başkanlığındaki jüri o yıl Taxi Driver’a Altın Palmiye verdi, Carlos Saura, Ettore Scola ve Eric Rohmer’in başarılı filmlerini de ödüllendirdi ama Polanski’nin bu önemli filmi ne yazık ki ödülsüz kaldı.

Im Lauf Der Zeit (1976)

Wim Wenders’ın 3 saatlik başyapıtı, en güzel yol filmleri listelerinin vazgeçilmez filmi Kings of the Road, o yıl 20 yarışma filmi içinde FIPRESCI tarafından ‘en iyi film’ olarak ödüllendirilmişti. Lakin, Tennessee Williams başkanlığındaki jüri tıpkı Polanski’yi Kiracı filmiyle görmediği gibi Wenders’ın filmini de görmemeyi tercih etmişti.

Una Giornata Particolare (1977)

Ettore Scola’nın en özel filmlerinden olan ve Altın Küre’de ‘yabancı dilde en iyi film’ ödülüne layık görülen Özel Bir Gün’ü, Roberto Rosselini başkanlığındaki jüri tarafından tercih edilmemişti. Taviani kardeşlerin Padre padrone’si, Robert Altman’ın 3 Women’ı, Ridley Scott’ın The Duellists’i o yıl ödüllendirilen filmler arasındaydı ve ‘Una Giornata Particolare’ kesinlikle bu filmler arasında yer almayı hak ediyordu.

Being There (1979)

Hal Ashby’nin Jerzy Kosinski’nin romanından zekice uyarladığı politik komedi başyapıtı Being There, söyledikleriyle günümüzde bile hala geçerliliğini yitirmeyen, Peter Sellers’ın muhteşem performansıyla hafızalara kazınan bir filmdi. All That Jazz ve Kagemusha filmlerinin Altın Palmiye’yi paylaştığı yılda Françoise Sagan başkanlığındaki jüriden Being There’e ödül çıkmamıştı, oysa ki ‘en iyi senaryo’ ödülü ne yakışırdı!

Leolo (1992)

Jean-Claude Lauzon’un günümüzde bile hala çoğu sinefil tarafından keşfedilmemiş, bir nevi gizli hazine, bir nevi saf şiir filmi Leolo, kaybolan çocukluğa, uçup giden düşlere, hayal kurmaya dair en güçlü filmlerden biriydi. Ne yazık ki Gerard Depardieu başkanlığındaki jüri tarafından ödüle layık görülmedi. Bille August’un Best Intentions filminin Alın Palmiye’sine ya da Robert Altman’ın The Player’ının yönetmen ödülüne diyecek sözümüz yok lakin Leolo’nun festivalden ayrılacağı bir Grand Prix veya jüri ödülü filmin bilinirliğini artırarak belki de günümüzde çok farklı bir yerde konumlanmasını sağlayabilirdi.

Trois Couleurs: Rouge (1994)

Krzysztof Kieslowski’nin efsanevi Üç Renk üçlemesinin Cannes’da yarışan tek filmi olan Üç Renk: Kırmızı bilindiği üzere hem sinema tarihinin hem de Kieslowki’nin en önemli filmlerinden biri. Clint Eastwood başkanlığındaki jüri o yıl Pulp Fiction, Burnt by the Sun, To Live, La Reine Margot gibi muazzam filmleri ödüllendirdi kuşkusuz. Lakin, Kieslowski’nin başyapıtına ödül vermeyip kimsenin hatırlamadığı Dead Tired adlı komedi filmine senaryo ödülü verilmesi unutulacak gibi değil. Moretti’nin Caro Diario ile aldığı en iyi yönetmen ödülü de kuşkusuz Kieslowski’ye verilebilirdi.

Funny Games (1997)

Michal Haneke’nin Cannes’da yarışan ilk filmi olan Funny Games (son filmi Happy End’i saymazsak) yönetmenin Cannes’dan ödülsüz dönen tek filmiydi. Funny Games’in dünya sinema tarihine katkısını ve sayısız referans olarak alındığı filmlerin sayısını düşündüğümüzde elbette bir ödülü hak ediyordu. Isabelle Adjani başkanlığındaki jüri Taste of Cherry, Happy Together, The Ice Storm gibi güçlü filmlere ödülleri verse de Manuel Poirier’in –kimsenin hatırlamadığı- Western’ine verilen ‘Jury prize’ ödülü Funny Games’e verilebilirdi.

Moulin Rouge! (2001)

Baz Luhrmann’ın yapıbozumcu tarzıyla sinema tarihinin en iyi müzikallerinden birine imza attığı Moulin Rouge!’a ödül vermek için kuşkusuz ‘zamanının ötesi’ni düşlemek gerekiyordu. Liv Ullmann başkanlığındaki jüri ise Moretti’nin Oğul Odası filmini tercih ederek güçlü ama duygusal bir karar verdi. La Pianiste ve No Man’s Land filmlerinin ödüllerine de diyecek söz yok. Ullmann jürisi Lynch’in yine ‘zamanının ötesinde’ Mulholland Dr. filmine ‘yönetmen’ ödülü vererek doğru bir tercih yaptı ama aynı zamanda The Man Who Wasn’t There ile Coenlere de aynı ödülü verdi. Belki bu ödül Lynch ve Luhrmann’a paylaştırılabilirdi ya da hiç değilse Millenium Mambo filmine verilen ‘teknik ödül’ Moulin Rouge!’un olabilirdi.

Russian Ark (2002)

Aleksandr Sokurov’un 99 dakika boyunca tek plandan oluşan, içinde 2000 kişilik figürasyon kadrosunu barındıran, eksenine Rusya Devlet Hermitaj Müzesi’ni alarak Rusya’nın 200 yıllık kültür sanat tarihinin odaları arasında izleyiciyi müziklerle, resimlerle, danslarla, mimariyle beraber rüya gibi bir gezintiye çıkardığı Russian Ark sinema tarihine çoktan adını yazdırdı ama David Lynch başkanlığındaki jüri tarafından ödülsüz gönderildi.

Dogville (2003)

Lars von Trier sineması için bir dönüm ve zirve noktası niteliğindeki Dogville, geleneksel sanat yönetiminin neredeyse sıfırlandığı, zaman ve mekan olgusunu yok eden, Brechtyen tiyatro yaklaşımıyla yabancılaştırmada doruk noktasına çıkan, tüm bunları Dogme95 çekim stiliyle birleştirip devrimci bir model ortaya koyan bir yapıttı. Patrice Chereau başkanlığındaki jüri o yıl Elephant’a iki ödül (Palmiye, yönetmen), Barbarların İstilası’na iki ödül (senaryo, kadın oyuncu) vermişti. Bu ödüllerden herhangi biri Dogville’e verilip diğerinin ödülü bire indirilse kuşkusuz kimse itiraz etmezdi!

A History of Violence (2005)

David Cronenberg’in 2000 sonrasında kendi sinemasının yönünü değiştirip et, kan, beden ve deformasyona olan tutkusunu daha realistik bir sinema dilinde buluşturduğu döneminin en etkili filmi olan Şiddetin Tarihçesi, geçmişte saklı bir şiddet duygusunun etkili bir dışavurumu olan tokat gibi bir anti-western çekmişti. Emir Kusturica başkanlığındaki jüri Altın Palmiye’de L’enfant, yönetmen ödülünde Cache tercihleri yaptı, kuşkusuz güçlü tercihlerdi. Lakin, Şiddetin Tarihçesi’nin oldukça hak ettiği erkek oyuncu ya da senaryo ödüllerinin ikisi birden Tommy Lee Jones’un Üç Defin filmine verildi. Üç Defin’in de çok etkili bir film olduğunu varsaysak bile Grand Prix kazanan Broken Flowers ve Jury Prize kazanan Shanghai Dreams, Şiddetin Tarihçesi’nden güçlü filmler değillerdi.

Pan’s Labyrinth (2006)

Guillermo Del Toro’nun hem eleştirmenler nezdinde hem de genel olarak övgülere boğulan, çoğu kişinin kariyerinin yegane başyapıtı olduğu konusunda hemfikir olduğu filmi Pan’s Labyrinth, karanlık metaforları/imgeleri, sürreal atmosferi, eş zamanlı ve birbirine paralel kurgusu, prodüksiyon anlamında görsel şöleni ve akıllardan çıkmayacak finaliyle adını sinema tarihine yazdırmıştı. Wong-kar Wai başkanlığındaki jürinin Pan’s Labyrinth’i görmezden gelmesi büyük bir talihsizlikti. Pan’s Labyrinth üç dalda Oscar dahil olmak üzere toplamda 100’den fazla ödül kazandı.

No Country for Old Men (2007)

Coen kardeşlerin 2007 yılına adeta damga vuran Cormac McCharty uyarlaması No Country for Old Men, o yıl Stephen Frears başkanlığındaki jüri tarafından görmezden gelindi. Adeta bir ödül canavarına dönüşen, ‘en iyi film’ dahil 4 dalda Oscar kazanan ve toplamda 150’den fazla ödülün sahibi olan No Country for Old Men çoktan sinema tarihindeki yerini aldı.

Zodiac (2007)

David Fincher’in en ‘underrated’ filmlerinin başında gelen Zodiac, kuşkusuz sinema tarihine geçecek bir polisiye, gerçek bir seri katilin uyarlamasıydı. Genel olarak ödül sezonlarında hiçbir zaman hak ettiğini bulamadı, Fincher filmografisinde hep Fight Club ve Seven’ın gölgesi altında kaldı ama yıllar onu azılı sevenlerinin olduğu bir klasiğe dönüştürdü. Frears başkanlığındaki jüri de elbette bu filme zamanında hakkını teslim etmeyen jürilerden sadece bir tanesiydi.

Enter the Void (2009)

Sansasyonel ve tabu yıkıcı yönetmen Gaspar Noe’nin herhangi bir filmine büyük bir ödül vermek kuşkusuz yürek isteyen bir karar. O karar Isabelle Huppert başkanlığındaki 2009 jürisinden de maalesef çıkmadı. Noe, halüsinasyonlar, parlak ve soluk renkler, gözümüzü alan ışıklar ile dolu, detaylı sanat yönetimiyle, Tokyo sokaklarını kuşbaşı çekimler eşliğinde gezen özenli sinematografisiyle adeta bir uyuşturucu etkisi yaratıp izleyiciyi arada kalmış bir ruhun peşine takarak transa sokuyordu. Huppert’in jürisi o yıl çok iyi kararlar vermişti; Das Weisse Band, Un Prophete, Thirst, Inglourious Basterds, Fish Tank, hepsi çok önemli filmlerdi lakin Kinatay filminin aldığı yönetmen ödülü Noe’ye verilse çok daha hakkaniyetli ve güçlü bir karar olabilirdi.

Holy Motors (2012)

Leos Carax’ın gizem, drama, bilimkurgu, müzikal, gerilim, kara mizah, fantazya gibi geleneksel kalıpları kendine has neon ışıklarıyla bezeli deneysel atmosferinde aykırı bir şekilde işleyerek sinemasal bir şölene dönüştürdüğü sanat eseri Holy Motors, Nanni Moretti başkanlığındaki jüri tarafından görmezden gelindi. Duygusal filmlerin yönetmeni Moretti elbette o yıl Palmiye’yi beklendiği gibi Haneke’nin Amour’una teslim etti lakin Post Tenebras Lux gibi aykırı bir sinemayı ‘yönetmen’ ödülüyle desteklerken Holy Motors gibi sinema tarihinin en özel yapımlarından birini görmezden gelmesi unutulmadı.

La Grande Bellezza (2013)

Paolo Sorrentino’nun filmografisinin belki de başyapıtı olan La Grande Bellezza, kısa sürede kendisine yoğun bir hayran kitlesi edindi. Pek çok sinefilin başucu filmlerinden olan La Grande Bellezza, o yıl Steven Spielberg’in başkanlığını yaptığı jüri tarafından görmezden gelindi. Spielberg’in jürisi aslında Blue is the Warmest Color, Inside Llewyn Davis, A Touch of Sin, Heli gibi seçimleriyle gayet iyi kararlar vermişti ama pek çok sinefilin başucu filmleri arasında yer alacak olan La Grande Bellezza’yı eli boş göndermesi unutulmadı. La Grande Bellezza, Cannes’dan ödülsüz döndü ama Oscar, Altın Küre ve BAFTA ödüllerinin hepsinde ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ ödülünü kazanmayı başardı.

Clouds of Sils Maria (2014)

Olivier Assayas’ın belki de kariyerinin en iyi iki filminden biri olan Clouds of Sils Maria, o yıl yıldız tabloları içerisinde en yüksek puanı alan 3-4 filmden biriydi. Jane Campion başkanlığındaki jürinin Kış Uykusu kararı elbette hepimizi mutlu etmişti ve bu hak edilmiş bir karardı. Leviathan ve Foxcatcher gibi filmlerin de aldığı yönetmen ve senaryo ödülleri oldukça hakkaniyetliydi. Lakin Sils Maria, The Wonders’ın aldığı Grand Prix, Maps to the Stars’ın aldığı kadın oyuncu ya da Mommy ve Goodbye to Language’in aldığı jüri ödüllerinden herhangi biriyle ödüllendirilebilirdi.

Toni Erdmann (2016)

Maren Ade’nin Toni Erdmann’ı eleştirmenlerin, sinefillerin, genel izleyici kitlesinin, yönetmenlerin, oyuncuların yoğun ilgisine mazhar olan, o yıla kadar Cannes’da eleştirmenlerin yıldız tablosunda 4 üzerinden 3.7 ortalama alarak rekor kıran bir filmdi. FIPRESCI jürisi 21 yarışma filmi içinde Toni Erdmann’ı en iyi film seçerek ödüllendirmişti, lakin belki de Cannes tarihinin en hakkaniyetsiz kararlarını veren George Miller başkanlığındaki ana yarışma jürisi tarafından herhangi bir ödüle layık görülmedi.

Sieranevada (2016)

Cristi Puiu’nun 3 saate yakın bir sürede ağırlıklı olarak tek mekan içerisinde bol karakterler eşliğinde geçen reji harikası Sieranevada, o yıl George Miller başkanlığındaki jürinin kurbanlarının en önemlilerindendi. Sonuçların öncesinde Altın Palmiye’nin en güçlü adaylarından biri olarak gözüken, eleştirmen yıldız tablolarında en üst sıralarda yer alan ve herhangi bir ödülle dönmesine kesin gözüyle bakılan film ne yazık ki festivalden eli boş ayrıldı.

Elle (2016)

Paul Verhoeven’in 45 yıllık yönetmenlik kariyerinin belki de en iyi filmi olan Elle, 80 yaşındaki aykırı bir yönetmenin içindeki çılgınlıktan, sinefillikten, seyirciyi şok etme arzusundan hiçbir şey kaybetmediğini kanıtlarken Isabelle Huppert’in adeta parmak ısırtan performansıyla etkisini iki kat artırıyordu. George Miller başkanlığındaki ‘efsane jüri!’ elbette çok hak ettikleri halde Verhoeven’e yönetmen ödülünü ya da Huppert’a kadın oyuncu ödülünü vermedi. Yukarıda saydığımız Toni Erdmann ve Sieranevada, saymadığımız Paterson, The Handmaiden ve The Neon Demon’u da eklediğimizde Miller başkanlığındaki jüri iyi filmlerin korkulu rüyası olarak adını Cannes tarihine yazdırdı!

 

Halil İbrahim Sağlam

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.