İlk gösterimini Cannes’da yapan Mustang filmi bir de özel ödül alınca bütün Avrupa’nın dikkatini çekti. Filmin yönetmeni Deniz Ergüven’de ilk röportajını tabii ki Cinedergi’ye verdi…

Melis Zararsız: Şu an Cannes’ın son günündeyiz. Dün, Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterilmiş olan Türkiye&Fransa&Almanya ortak yapımı film Mustang ödül aldı, ben de sorularımı filmin yönetmenine, sana yöneltmek istiyorum sevgili Deniz, çünkü seni çok tanımıyoruz ve şu an internetteki yorumlara baktığım kadarıyla da epey merak konususun, Cannes’da bir Türk filmi ödül almış ve acaba yönetmeni kim diye, bize kendini ve sinema geçmişini anlatır mısın?

Deniz Ergüven: Ankara doğumluyum. Çocukluğum Ankara ve Paris arasında geçti. Üniversitede Afrika tarihi ve edebiyatı okudum. Master yaptıktan sonra Femis okulunun yarışma gibi bir imtihanına girdim ve yönetmenlik bölümünü kazandım, orada kısa filmler çektim, çıktıktan sonra ilk uzun metraj projem tarihi bir olay üzerine Amerika’da, Los Angeles’ta geçiyordu, onun için araştırma yapmak için oraya gittim, yazdım, o proje ilk film için pahalıydı, çok uğraştım ama kenara koymak zorunda kaldım ve Mustang’i yazdım. Geçen sene çektik ve buradayız.

Hem tarih, hem Afrika dili, hem sinema. Hem birbirlerinden çok farklı, hem de birbirini besleyebilecek disiplinler, bu seçimlerinden bahsedebilir misin?

Sinema yapmadan önce birtakım şeyler yaşamak ve dünyayı görmek istiyordum. Sinema, film yönetmek istediğimi 20 yaşımdan beri biliyorum. O yaşlarımda bir gün gerçekten de tak diye emin oldum, iki saat uyumuştum, uyandım ve, evet ya, ben yönetmen olacağım, sinema yapacağım dedim. Yani birşeyler anlatma isteği bana film şeklinde geldi, öyle de diyebilirim. Dünyaya da çok meraklıyım, nereye gitsem oranın bir parçası oluyorum, vampirimsi bir yanım var diyorum bu konuda. Amerika mesela, oradayken orası benim hayatım oldu. Enteresan karşılaşmalar oluyor farklı farklı yerlerde, bunu da önemsiyorum, mesela kocamla Amerika’da tanıştım. Los Angeles’ta. Senaryoyu yazmak için gidip, kimseyi tanımıyorken eşimi tanıdım uzun süre yakın arkadaşım oldu sonra evlendik, çocuk yaptık falan, neyse.

(Gülüşmeler.)

Peki kısa filmden sonra uzun metraja geçmek, aradaki farklar vs.

Aslında son yaptığım kısa metrajlı film, hazırlığıyla, yoğunluğuyla epey bir uzun metraj tadı verdi bana. Beşte biriydi belki ama yine de doyamamıştık da o filme, çalışmaları sırasında.

O nasıl bir filmdi?

Bir Damla Su diye bir film. (Buradan izleyebilirsiniz) Aslında Türkiye’de çekmek istiyordum onu ama Fransa’da okumaktaydım. Bir Türk lokantasında çektim çünkü filmin başı Türkiye’de geçiyor gibi. Yunanistan Türkiye sınırında bir sahneler var ve herkes Türk, pek farkedilmiyor. Çoğu seyirci için Türkiye gibiydi başı, sonrasında karakolda anlıyoruz ki Fransa’dayız.

(Gülüşmeler)

Evet, o film bizi doyurmadı, aktörlerle çalışmaya doyamadık, hiçbir şeye doyamadık. Zaten Femis bir okul değil bir labarotuvar gibi. Peşpeşe projeler veriyorlar, bu film 16 mm olacak, şu kadar süresi olacak, şu tarihte bitecek gibi. Kalıplar hazır, biz yapıyoruz filmleri, peşpeşe finansman sorunu olmadan film yapınca tek bir sene içerisinde aktörlerin nasıl yönetildiğiyle ilgili atıyorum, bir devrim yaşayabilirsiniz. Birçok konuda çok hızlı öğrenmenize yol açıyor, tam bir labarotuvar. Sonra uzun metraj bir sonraki adımdı artık, sırası gelmişti, organik bir şekilde. İçgüdüsel bir biçimde köpek nasıl delik kazarsa, aynı içgüdü ve istekle, aşık olmak gibi ilerliyorsun. Karar vermeden, doğal gelişen bir süreçti. İlk düşündüğüm proje gerçekten çok zordu, İngilizce olması, Amerika’da olması, bütün Avrupa’daki yerlere ulaşması filan imkansızdı.

 

Ama bak Mustang ile nerelere ulaştın.

Mustang aslında başta şeytani bir plandı, esas yapmak istediğim projeyi yapmak için, ama dediğin gibi nerelere geldi evet.

(Gülüşmeler.)

Alice Winocour ile beraber yazmışsınız senaryoyu. Fakat konu tam da Türkiye’de yaşanan derin bir yara, genç kızların kadınlığa giderken yaşadıkları, namus meselesi, toplumsal baskılar, bunu anlatmak nereden çıktı ve birlikte yazmanız nasıl oldu?

2011’de Cannes’da Alice’in Augustine adlı film projesi ve benim bahsettiğim Kings projemin senaryoları seçilmişti, Cannes o bölümünde 15 tane senaryoyu seçiyor ve yapımına yardımcı olunması için finansçılar vs çağırıyorlar. Biz o esnada tanışmıştık. O da FEMIS’ten biriydi ve adını duymuştum. Cannes’da iki tek kızdık ve çok iyi anlaştık, aynı problematiklere sahiptik. Atölyeden sonra Alice filmini yaptı, ben ise çakıldım. Ona bahsetmiştim Mustang’den. O ara çok şiddetli bir takılma yaşadım ben ve sinemayı bırakıyorum noktasına geldim. Alice beni ikna etti, öbür projeyi askıya al, şimdi Mustang’i yap diye ve senaryoyu yazarken haftada bir yazdıklarımı okuyordu ve bir boks koçu gibi hadi, yapabilirsin gibi movitasyonumu sağladı. Günde 20 saat çalışıyordum, sayesinde hızlıca bitti. Alice motordaki benzindi resmen.

Hiç eklemesi olmadı yani.

Aslında şu şekilde oldu mesela senaryo esnasında Ece’yi bisküvi yerken görüp bana söylüyordu, bisküvi yiyişi dikkat çekici oluyordu ve onu senaryonun bir kısmına eklemiş oldum, bu tarz gözlemleri de senaryoya katkı sağladı.

Aslında karanlık bir konu anlatıyorsun Deniz. Acı olaylar yaşanıyor film boyunca. Ama filmin anlatım dili karanlık değil, görsel olarak da öyle değil, ama özellikle dili neredeyse mizah çoğu yerde. Bunu özellikle yaptığın kesin ama bununla ilgili neler söylemek istersin?

Evet, ilk gelen sahneler bile benim ailemde yaşanmış olaylar, ilk sahne mesela, kızların denizden gelip iftiraya uğramaları. Çoğu olay kendi yaşadığım, etrafımda gördüğüm ya da senaryo gereği araştırıp öğrendiğim şeyler. Ama tretmanında hep böyle hayattan büyük şeyler yazdım çünkü sinema bu zaten. Ben denizden gelip erkeklerle ne yaptınız iftirasına uğradığımda utançtan hiçbirşey yapamamış, insanların gözünün içine bile bakamamıştım, o yüzden aslında içimde kalan ve yapmak istediğim şeyleri, mesela o sandalye kırma hikayesini, içimde kalanlardan beslenerek yazdım, o da esprili oldu aslında. Kızları da kahraman gibi çizmek istedim. Onları cezalandırmak istemiyordum. Filmin biraz umutlu olmasını istedim. Karanlık günler yaşıyoruz zaten, bunu daha da ajite etmenin bir anlamı yok.

Kızlar, oyuncular, nasıl seçildi?

Reha Erdem’in filmi Hayat Var’da Elit İşcan’ı izlemiş ve çok etkilenmiştim. Senaryonun yazıldığı süreçte hep onu düşünmüştüm. Uzun saçların görüntüsü oradan da geldi diye düşünüyorum. Tanıştım onunla ve senaryo bitene kadar büyüyecek diye bir korkuyla yaşadım. Tuğba Sunguroğlu yurtdışında yaşıyor. Paris’ten İstanbul’a inerken uçakta gördüm, casting’e başlamamıştık, bir sürü kız bulunur sonra diye düşünmeme rağmen aklımda kalmıştı, hemen gittim onun da ailesiyle konuştum. Sonra Harika Uygur ile beraber yüzlerce kız gördük ve bu kızlarda karar kıldık.

Diğer oyuncular?

Nihal Koldaş mesela, yani onları da Harika Uygur düşünmüş, onlara haber vermişti. Ayberk Pekcan son anda dahil oldu mesela. Aslında çok şey değişti yapım esnasında. Çekimlere başlamak üzereyken Fransız yapımcımız çekildi, biz çakılıyorduk az kalsın. Ben deli gibi başka yapımcı bulmaya çalışırken ekip yavaştan dağılır gibi oldu tabii, orada Harika çok muhteşem davrandı. Yapımcı çünkü ona diyordu ki aktörleri ara, fişi çekiyoruz, bu iş bitti. Ben de ona bulucam, hiçbirşey yapma lütfen dedi. Bir hafta sonunda başka bir Fransız yapımcı bulduk ve onunla devam ettik. O süreçte her ne kadar beyaz saçlarım arttıysa da iyi ki bu yapımcı olmuş, her şerde bir hayır var. Filmin finansmanı yetmiyordu, Euroimages’dan yeni destek almıştık ama ona rağmen nereden baksanız 200-300.000 euro eksiğimiz vardı. Hem o parayı 3 haftada toparladık hem de bu ortak yapımı nasıl yapacağız diye yeniden bakma fırsatı bulduk çünkü ortak yapımlarda her ağızdan başka ses çıktığı, kendine ait kuralları olduğu için, uyum sağlamaları zor oluyor, yeni Fransız yapımcı çok iyi uyum sağladı, diğeri zaten yapamayacaktı. Hayırlısı oldu.

Kaç yapımcı vardı toplam yani?

Fransız, Alman ve Türk, üç yapımcı. Aslında Belçika’dan da bir destek gelecekti, çok yer araştırdık tabii ama 3 yapımcı olması iyi oldu.

Sen okulunun, Fransa’da yaşamanın ve Cannes’ın destekleriyle bütçe konusunda hızlı ilerlemişsin, ama normalde film çekmenin en zor kısmı bütçe, birçok proje bütçesizlikten çekilemiyor ve bu destekler kolay bulunamıyor bazen, sen de ne olursa olsun sıkıntılar yaşamışsındır, nasıl deneyimler aktarmak istersin film çekenlere?

Kings adlı büyük projemde yaşadım ben bunu işte, çok büyük zorluklar çektim. Prodüksiyon için bir sürü yer var projeleri buluşturan, hepsini araştırıp gittim. Aslında Avrupa ülkelerinde çok fazla fon var, araştırmak gerekiyor. Özel sponsorlara da başvurabilmek lazım.

Mustang Cannes gösterimlerinden sonra yabancı basında çok olumlu geribildirimler aldı, basında çok güzel eleştiriler çıktı, sen de takip etmişsindir, olumlu tepkilerin içinde Virgin Suicides filmiyle olan benzerliği çok fazla konuşuldu mesela. Pride and Prejudice benzerliği de dendi. Seni de etkileyen filmler miydi bunlar, sen ne düşünüyorsun?

Virgin Suicides her gün her gün sorulan bir soru, açıkçası düşünmedim yazarken, düşünmeme gerek yoktu, kuşaktan kuşağa ailemde kalabalık kız kardeşler var. Geçmişimde sanırım virgin suicide’daki görüntülere benzer görüntüler var. Tabii ki kitabı da okudum filmi de seyrettim. Artık insan kendinden şüphe edip ben bunu mu çekmek istedim gerçekten diyor, Turkish virgin suicides diye bile başlıklar atıldığı için… Ortak senaristim bile bunu diyormuş.

Bu seni rahatsız ediyor mu?

Yani ben başka şeylerden etkilendiğimi biliyorum mesela hapisten kaçış filmlerinden etkilendiğimin farkındayım, çok değişik şeylerden etkilendiğimi biliyorum. Bu film için Escape From Alcatraz’a çok benziyor bana göre senaryo, o da senaryoyu yazdıktan sonra aa iskeleti tam da buna benziyormuş diye hissettim. En sevdiğim film mesela Jerzy Skolimowski’nin Le Depart’ıdır. O da çok genç ve hızlı hayat dolu bir film. Virgin Suicides benim aklıma gelmemişti ama olabilir, çok da rahatsız olunacak bir durum değil.

Elbette, sonuçta benzer hikayeler ve beslenilen filmler bunlar. Filminin konusu, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türk toplumunun kanayan bir yarası, çoğu genç kızın maalesef içinden geçtiği, namus, tabu gibi konuları işlemen dolayısıyla yabancı basından ziyade bizim için de çok ilgi çekici. Fakat kızların bu fazla Avrupai tipleri, davranışları, fazla hür ve ne yaşarlarsa yaşasınlar sonuna kadar giden o hür ruhları, çok da inandırıcı gelmedi. Belki masalsı bir hava katmaya çalıştın ama filmi izlerken ama bu da olmaz ki dediğimiz yerler oldu.

Ama aslında bunların hiçbiri böyle olmaz ki? O kız sandalyeyi öyle kırmaz vs. Ama hepimiz bu zamana kadar sinemaya gittik. Normalde olmayan şeylerin sinemada olduğunu biliyoruz, bu da öyle bir şey. Evet, masal tonunda çekmek istedim zaten.

Konunun çok fazla gerçek oluşu belki bunu görsel olarak da gerçeği nasılsa öyle görünsün isteği uyandırdı bizde.

O kadar ben orada değilim ki. Gerçek neyse onu göstereyim duygusunda o kadar değildim ki, tüm estetik tercihlerle de birlikte. O zaman herşeyi tartışabiliriz, İstanbul’a gittiler de ne oldu’yu da tartışabiliriz, futbol seven bir arkadaşım futbol sahnesine takılmıştı, kabloluda yok diye futbol izlemeye böyle mi gidiyorlar , hiç gerçekçi değil falan diye. Ben hiç orada değilim. Taş atıp transformatörü kırmaları da hiç gerçekçi değil bence, tamamen özgür bıraktım orada kendimi ben. Kızlarla da konuşurken şunu konuştuk, film için önemi olan ama filmde olmayan bir backstory var aslında. Kızların babaları okumaya ankaraya gitmiş, ailesinden çok farklı kadınlarla tanıştı, kızlar aslında şehirde doğdu, şu yaşlarına kadar şehirde yaşadı, o yüzden o köyde hep bir yabancı halindeler. Kızların çok özel bir travma yaşıyor olmaları, o yüzden özel muamele edildiğini.. İskeletini oradan başlayarak kurduk ve öyle çalıştı oyuncular, o backstory’i bilerek.

Cannes’da aldığın ödülün kapsamını anlatabilir misin?

Aslında Mustang’ın gösterildiği yönetmenlerin 15 günü, yarışmalı bir bölüm değil ama alınabilen değişik ödüller var yine de. 3000 sinema varmış Avrupa’da, oralarda dağıtılması için yardımcı olan bir ödül almış olduk biz de.

Bekliyor muydun bu tarz birşeyler olacağını?

Beklemiyordum, çok da bilmiyordum hatta ne olduğunu, mutlu oldum tabii.

Fransa’da vizyona girecek mi Mustang?

Evet az kaldı, 17 Haziran’da giriyor.

Türkiye’de?

Ekim-Kasım gibi girecek.

Sence Türkiye’de nasıl karşılanacak?

Ben de merak ediyorum, bakalım göreceğiz, biraz korku vardı açıkçası ama ilk tepkiler iyi olduğu için korkum biraz azaldı. Cumhuriyet’ten ve Taraf’tan gazetecilerle görüştüm, onlar da çok sıcak yaklaştılar, konu sadece sinemaydı. Fikrinden korktuğum iki kişi vardı salonda, onlar da filmi sevdiklerini söyleyerek çıktılar salondan, o yüzden biraz rahatladım sanırım. Türkiye’de kadın konusuyla ilgili kritik bir durum var tabii ve filmde kızların istediği şey çok basit, sadece hür olmak istiyorlar ve bu filmde çok ikna edici bence. Aşırı tutucu biri seyretse de hak verebileceğini düşünüyorum, herkesin empati kuracağını düşünüyorum. James Dean gibi hem önceki kuşağı sorgulayan bir yapısı var, hem de çok pozitif ve ışıklı figürler var. Ben çok mutluyum aslında bu filmi çektiğim için. Ben 80’lerde Avrupa’dayken Midnight Express gibi bir film çıktı ve üstümüze öyle bir yapıştı ki, Türkiye’yi bu kadar genç güzel hayat dolu akıllı cesur kız figürleriyle göstermiş olmak beni çok mutlu ediyor aslında. Kadın konusuyla ilgili hükümetten yaşlı yaşlı amcalar konuşuyor ve her defasında elektroşok yiyorduk. Gezi gibi bir süreç yaşandı ama bir yere bağlanmadı yani bir sonuç alamıyoruz gibi geliyor bana. O yüzden bu tarz bir film yapmış olmak iyi hissettiriyor açıkçası.

Aslında biliyorsun son zamanlarda ülkemizde artan kadına şiddet ve kadın cinayetleri sonrası, tepkiler ve ses çıkarmalar da arttı, bakma, eskisi kadar da içimize atmıyoruz artık, sosyal medyada, forumlarda, sivil toplum örgütleriyle, başka toplaşmlar ve buluşmalarla artık bu konuda çok daha hassas ve ne istediğini söyleyen bir toplum oluyoruz gibi geliyor bana, bu anlamda filminin zamanlaması da güzel oldu diye düşünüyorum.

Evet elbette ama ben gezinin hemen ertesindeki dönemden bahsediyorum daha çok. Belki bir ay sonra filan o enerji düşmüştü, yapacak bir şey kalmamıştı ve sürekli televizyondan elektroşoklar yiyorduk. Ben belki hayatımda hiç görmediğim insanlarla kafamda kavgalar yaşıyordum. Yapacak birşeyler arıyordum. Mesela o kapsüllerin satıldığı yerleri arayıp bilgi almaya çalışıp, onlara da zararlı değil demelerine rağmen, ama bu kapsüller yüzünden insanlar yaralanmakta, ölmekte diye açıklıyordum. Ama yapılabilecek fazla bir şey de olmuyordu. Demek istediğim buydu, sinema bu anlamda yine sesimizi çıkartabildiğimiz bir mecra oluyor.

Bir sonraki projen Kings’mi şimdi?

Hayır, o konuda hala yaralıyız (gülüşmeler), yine Türkiye’de geçen, başka bir hikaye ve şu ana kadar 1 oyuncuyla anlaştık. Daha fazla bilgi vermeyeyim şimdilik.

Ortak yapım mı olacak yine?

Fransız Türk ortak yapımı olacak evet.

Peki ama Kings’e Cannes destek vermiş olmadı mı? Bir yapımcı o projeyi yine görüp seninle iletişime geçemez mi gel bunu yapalım diye?

Ama bu işler lokomotif işler biliyorsun, biz o işe soyunmamışken buna başkası karar veremez. Cannes’ın bu senaryoyu desteklemesi gibi çok sayıda oluşum var aslında, Saraybosna’da filan da var. Ama Cannes çok daha prestijli tabii. Bakalım, Kings beklemede şu an.

Çok teşekkürler Deniz, bir sonraki projeni de merakla bekliyoruz.

MELİS ZARARSIZ

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.