Bu Cannes’daki dördüncü senemdi. Diğer senelere kıyasla daha sönük bir yarışma seçkisi olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Birçok film güzeldi ama rakiplerinden sıyrılan, hani şöyle “vay be” dedirten, özel bir film yoktu sanki. Nerede Haneke’den Amour’lar, nerede açılış filmi olarak Moonrise Kingdom’lar, nerede The Artist’ler, nerede Blue Is The Warmest Colour’lar, nerede Only Lovers Left Alive’lar…
Gerçi tüm filmleri izleyebilmeniz imkansız burada, hem çok film olduğundan, hem koşuşturmaca ve aceleden… Fotoğraf mı çekeceksiniz, röportaj mı yapacaksınız, film mi izleyeceksiniz, basın konferansını mı takip edeceksiniz, haber mi yapacaksınız, kritik mi yazacaksınız… Hele ki sabahın 08:30’una konan yarışma filmlerinde epey hatırı sayılır basın kartınıza rağmen yer bulabilmek için nereden baksanız bir yarım saat öncesinden sıraya girmeniz, bunun için de epey koşturmanız gerektiğini düşünürseniz ( illa yağmurlu Cannes sokak ve caddelerindeki insan trafiğini deşerek), “Cannes’da mısın şekerim, valla hayat sana güzel” deyip geçmemek lazım, bana inanın.
Bu arada Cannes Film Festivali bu sene 14-25 Mayıs 2014 tarihlerinde gerçekleştirildi ve ülkemizde 13 Mayıs’ta Manisa Soma’da hepimizin bildiği üzere acı bir olay yaşandı; yüzlerce maden işçisi genci, aile babalarını kaybettik. Cannes Film Festivali’ni takip eden benim gibi gazetecilerden de, film ekiplerinden de festivale 13’ünden 14’ünden gelen birçok kişi olduğundan, olayın vahametini, halkın/hükümetin olaylara tepkisini, kısacası yaşananların boyutunu takip etmek herkes için çok zor oldu. Sinirler gerilmiş, onca kayıp üzerine olan bitenler insanların sabırlarını zorlamış, sosyal medya dediğimiz Facebook ve Twitter hesaplarından herkes Türkiye’de bu konuyla ilgili paylaşımlar yapmaya başlamışken, deyim yerindeyse koyun can derdindeyken Cannes’da olup bitenler elbette kimseyi ilgilendirmiyordu. Cannes’da ise festival her zamanki seyrinde sürüyordu, bu sene yarışma bölümünde Türkiye’den de bir film vardı: Nuri Bilge Ceylan imzalı Kış Uykusu. Ekip tabii ki çok mutlu ve heyecanlıydı yeniden Cannes’da oldukları ve yarıştıkları için ama bu buruk bir sevince dönüşmüştü Türkiye’de yaşananlar sonucunda. Olayın vahametini ve boyutunu da öğrenince derhal filme dair kutlama ve parti şeklinde gerçekleşesek etkinlikleri iptal etti ekip. Basın toplantısı öncesi, hızlıca hazırladıkları Soma hashtag’li pankartlarla fotoğraf veren Kış Uykusu ekibi, basın toplantısında da Soma’dan bahsederek akıllarının, kalplerinin orada olduğunu belirttiler. Ayrıca, yine hızlıca Soma yazılı t-shirt’ler de basıldı ve giyildi, kaybettiklerimize saygı babında yakalara siyah kurdeleler takıldı. Soma’da yaşananlara tepki ve ölenlere saygı, Cannes’dan başka nasıl gösterilirdi, şahsen bilemiyorum. Zaten bu süreçte, “duyarlı olmak” o kadar saçma bir gösterişe dönüştü ve o kadar çok sorgulanır oldu ki, filmin ekibi tepkisini bu şekilde dile getirince de kızanlar oldu, dile getirmeselerdi de çok tepki alacaklardı şüphesiz. Şahsi fikrim, kişinin bir olaya karşı duyarlı olmasının belirli kalıpları olması gerekmediği ve duyarlılığın “gösterilebilecek” bir şey olmadığıdır. Fakat sosyal medya dediğimiz ilginç olgunun hayatımıza girmesiyle her an ne hissettiğimizi, ne yiyip ne içtiğimizi, ne bileyim rüyamızda ne gördüğümüzü, parmağımıza neyin battığını vs paylaştığımız için, insanlarda birbirlerine hesap sorma hakkı doğdu diye düşünüyorum. Bir sanatçı ise toplumsal olaylara elbette duyarlı olmalıdır, bunu kah sanatıyla, kah verdiği demeçlerle anlatmaya çalışabilir ama çalışmak zorunda mıdır, yoksa kendi duyarlılığını bilmenin ve konuyla ilgili yapabileceklerini yapmış olmanın iç huzuru ona yeterli gelmeli midir, tartışılır elbet… Üstelik film çekmek, çekilen filmi başkalarıyla paylaşmak, festivaller düzenlemek, bu festivallere katılmak, bu tarz aktivitelerde yarışmak, ödül almak, bunlar lükse giren, eğlenceye giren etkinlikler değildir, o festivalde herkes “işini” yapıyordu, gazetecisi de, yönetmeni de, yapımcısı da. Cannes gibi dünyanın en prestijli, en önemli film festivalinde Türkiye’nin yarışması bile bir gurur kaynağıyken, ülkemizin yönetmeni, ülkemizde çektiği filmle bu festivalin en önemli ödülünü, Altın Palmiye’yi alıyorsa, bu kadar olumsuzluk yaşadığımız bir dönemde, insanın biraz da olsa umutsuzluktan, olumsuzluklardan uzaklaşıp sevinmesi, gurur duyması için bundan daha güzel bir vesile düşünemiyorum.
Bunlar benim şahsi fikirlerimdi. Festivale dönecek olursak, ben bu sene 17 film izleyebilmişim. Geçen sene sayı 21 idi, bu sene Nuri Bilge Ceylan, Zeynep Özbatur Atakan röportajları ve The Expendables filminin basın konferansına katılım, fotoğraf çekimi gibi ekstra görevlerden dolayı olsa gerek, sayı düşmüş, fakat şansa, izlemediğim hiçbir film de ödül almadı.
Açılış filmi Olivier Dahan imzalı Grace of Monaco idi bu sene. Edith Piaf’ın hayat hikayesini beyazperdeye Kaldırım Serçesi adlı filmde muhteşem bir başarıyla aktarmış olan Dahan’dan daha etkileyici bir biyografik film bekliyordum açıkçası. Sinema kariyeri ile bir ülkenin prensesi olmak arasına sıkışıp kalmış önemli bir şahsiyetin anlatılmaya değer hikayesini, bu başarılı yönetmenin çok daha derinlikli bir şekilde işleyeceğini sanmıştım. Güzel oyuncu Nicole Kidman, muhteşem kostümler ve ışıl ışıl mücevherler içinde daha ihtişamlı görünemezdi herhalde, buna şüphe yok fakat karaktere bürünebildiğini düşünmüyorum. Prens rolündeki Tim Roth da aynı şekilde kendini vermemiş, karikatür bir tipleme olarak karşımızda. Film, dışardan Cannes’ın meşhur pırıltılı açılış filmlerine yakışmış olabilir ama içerden kof maalesef…
Yarışma filmlerinden ilk izleyebildiğim Mike Leigh imzalı Mr. Turner oldu. İşte bir biyografik film daha… 1775-1851 yılları arasında yaşamış İngiliz ressam Joseph Mallord William Turner’ın yaşam hikayesi… 2,5 saat süren, aynı zamanda düşük tempolu olan film, böylelikle izlemeyi de zor kılıyor, özellikle Turner’ı büyük başarıyla canlandıran oyuncu Timothy Spall’ın sessiz ve bir domuz gibi homurdanan konuşma stili (filmde bu domuz meselesine özellikle gönderme var) bir yandan da izleyiciyi biraz yorabiliyor. Neyse ki imdadımıza filmin sinematografisi yetişiyor. Görüntü yönetmeni, ünlü ressamın birbirinden etkileyici doğa resimleriyle gerçek doğa görüntülerini adeta birbirine geçirmeyi, ayırtedilemez kılmayı başarmış. Turner’ın fiziksel cazibeden yoksunluğu, iletişimde beceriksizliği ve hatta iticiliği, yaptığı sanatın “güzel”liğiyle muhteşem bir kontrast halinde zaten, yani filme dışardan baktığınızda hissettiğiniz zıtlık, filmin anlatmaya çalıştığı şey biraz da… Filmde kullanılan kostüm ve tasarımlar da 19. yüzyılı yansıtmakta oldukça başarılı. Kişisel olarak favorim olmasa da Cannes’da en çok beğenilen ve ödül alması istenen filmlerden biri oldu Mr. Turner. En iyi Aktör ödülünü alan Timothy Spall’ın da bunu haketmediğini söyleyemeyiz.
Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmini, yani üç (Fransız) yönetmenli Party Girl’ü izledim daha sonra, Yönetmenlerden birinin annesinin gerçek yaşam hikayesi imiş bu, hatta oynayan kişi de annesiymiş, yani profesyonel oyuncular yok filmde… Bir biyografik film daha mı desek? Hatta belgeselvari bir tarafı da yok değil… Anjelik, 60’ına merdiven dayamış bir ‘pavyon kızı’. Aslında hayatından memnun, kendisini böyle kabullenmiş biri, kendisini böyle varetmiş biri, pişman ya da üzgün değil. Fakat yaşı dolayısıyla emekli olmayı da aklından geçirmiyor değil. Müşterilerinden biri ona, biraz da Türk filmlerindeki gibi, aşık olup evlenme teklif edince, bunu değerlendiriyor Anjelik. İyi bir adam, sevgi dolu, ona düzeni vadediyor. Anjelik’in çocuklarıyla iyi geçiniyor, arkadaşlarıyla iyi geçiniyor, hiçbir problem yok. Problem şu ki, Anjelik bu evliliğe geçiş sürecinde gerçekten de böyle bir düzeni isteyip istemediğini, Michel’e karşı bir aşk ve tutku hissedip hissetmediğini sorguluyor. Evlenmeden önce evliliğe, düzene ve tek kişiyle hayat boyu birlikte yaşamaya hazır olup olmama sorgulamalarını işleyen çok film izlemişizdir ama Party Girl’ün hikayesindeki fark Anjelik’in yaşı ve marjinal hayatı oluyor biraz da… Amatör oyuncuların doğallığı ve beyazperdede hiç sakil durmayışları da filmin bir başka artısı oluyor tabii. Cannes’da izlediğime sevindiğim, samimi filmlerden biri oldu Party Girl. Burada Anjelik’in “ben buyum” kavgası bana Nymphomaniac’da Joe’nun bir seks düşkünü olmakla kendini varedişi, bundan rahatsızlık duymayışını ve normlara uymayı reddedişini düşündürdü… Party Girl’ün festivalden ödülle dönmesi (En İyi İlk Film) beni yine sevindiren detaylardan biri oldu.
Belirli Bir Bakış bölümünde Mathieu Amalric imzalı La Chambre Bleue, benim festivalde izlediğim dördüncü film oldu. Ünlü oyuncu ilk kez yönetmen koltuğuna da oturmuş bu filmde, aynı zamanda başrolde. Georges Simenon’un romanından beyazperdeye uyarlanan film başkalarıyla evli iki insanın yaşadığı tutku ve aşk dolu bir ilişkinin onları getirdiği trajik sonuçlara odaklanıyor. Oldukça psikolojik ve erotik bir konuya sahip, bir “femme fatale” hikayesi de diyebiliriz. Romanı okumadım ama bana göre bu gizemli hikayeyi sinemasal anlamda da doğru bir atmosfere taşımış Amalric. Oyunculuğunu hep beğenirdim, bundan sonra yönetmenliğini de yakından takibe alacağım şahsen.
O günün en önemli filmi ise elbette ki Nuri Bilge Ceylan imzalı, 3 saat 20 dakikalık film Kış Uykusu idi. Bilen bilir, Nuri Bilge Ceylan, neredeyse her filmi için Çehov hikayelerinden etkilendiğini söyler, Cannes Büyük Jüri ödülünü almış olan bir önceki filmi Bir Zamanlar Anadolu’da filminde de bu etkiler fazlasıyla yer almıştı, Kış Uykusu’nda da aynı şekilde, kapanış jeneriğinde adı geçecek kadar etkileri mevcut Çehov’un. Daha sonra Nuri Bilge Ceylan ile röportaj yapma fırsatı da buldum. Kendisiyle Cannes’da ikinci kez röportaj yapmış ve iki filmini de Cannes’da izlemiş bir gazeteci olarak, kişisel anlamda onu çok farklı (pozitif) bir enerjide bulduğumu ve bunun son filmine de yansıdığını düşündüğümü söylemeliyim. Nuri Bilge Ceylan, duygularını içine saklayan, çok fazla konuşmayı, kendini ve filmlerini anlatmayı sevmeyen, kapalı bir yönetmendir, Bir Zamanlar Anadolu’da filmi zamanı yaptığımız röportajda ağzından laf almakta zorlanmıştım açıkçası. Filmleri genelde bilindiği gibi minimal ve az diyalogludur, NBC, belki tıpkı kendi kişiliğinde olduğu gibi, seyirciye neyin ne olduğunu açıkça anlatmak istemeyen, sadece bazı görüntüler ve fikirlerle seyirciyi düşündürmek ve anlamı kendilerine bırakmak isteyen bir yönetmendir. Gerçi Bir Zamanlar Anadolu’da filminde eski filmlerine kıyasla epey diyalog olduğu dikkat çekmiş ve konuşulmuştu. Son filmi ise hem diyalogların fazlalığıyla, hem kameranın hareketliliğiyle, hem daha anlaşılır sembollerle, gerçekten de alışageldiğimiz Nuri Bilge Ceylan sinemasından çok ama çok farklı bir çalışma. Bu kez, yine diğer filmlerinden daha farklı olarak, filmdeki tüm oyuncular çok ünlü ve çok başarılı aktör ve aktrisler: Haluk Bilginer, Demet Akbağ, Melisa Sözen, Nejat İşler, Serhat Mustafa Kılıç, Mehmet Ali Nuroğlu, Ayberk Pekcan… Söyleşimizde Ceylan, diyalogların çekim esnasında değişmesini, doğallaşmasını istemediğini, senaryoda yazıldığı gibi edebi kalmasını istediğini, ama bunun da ancak profesyonel oyuncular oynarsa sakil durmayacağını bildiği için bu kadar iyi oyuncular tercih ettiğini anlattı. Kapadokya’da geçen film, insan ruhunun oyuklarına, kovuklarına, mağaralarına girdiği için bence mekan dört dörtlük bir seçim olmuş, turistik anlamda bildiğiniz Kapadokya’yı ise göremeyeceksiniz bu filmde. Ceylan, görüntü yönetmenliği tercihlerinde de yine imzasını atmış elbette, Gökhan Tiryaki ile çok iyi iş çıkarmışlar. Tiyatral bir senaryo, farklı bir deneme yapıyor Ceylan bu kez ve kişisel olarak NBC filmografisindeki favori filmim oluyor Kış Uykusu! Haziran’da Türkiye’deki izleyicilerle de buluşacak, uzunluğuna aldanmayın, Cannes’da dünyanın her yerinden gelen çoğu gazeteci tarafından başyapıt olarak değerlendirilen bu filmi kaçırmayın!
Saint Laurent. İşte bir biyografi daha. Birkaç ay önce ülkemizde de vizyona giren Jalil Lespert imzalı Yves Saint Laurent’i izledikten sonra aynı yıl içinde aynı konuda başka bir projeyi izleyip çok etkilenmek için, iki filmin birbirinden belirli konularda çok fazla ayrışması gerekirdi ki benim için öyle olmadı. Grace Of Monaco gibi, renkli, ihtişamlı, ışıltılı. Sadece o kadar. Bir yarışma filmi ise asla değil. Herhangi bir ödüle de layık görülmedi bu sene.
İtalyan kadın yönetmen Alice Rohrwacher’in ikinci uzun metraj filmi The Wonder da yarışanlar arasındaydı. İtalya’daki geleneksel kırsal yaşamdan bir kesit sunan film aslında gerek hikayesi gerek dokusuyla Cannes’daki diğer filmlerden ayrışan, seyirciyi kendisine çeken, samimi bir sanat filmi. Bir yarışma filmi olarak güçsüz mü kalır acaba derken Büyük Jüri Ödülü’nü alması beni çok çok memnun etti. Ödüllü olması sebebiyle ülkemizde vizyona girme ihtimali de artmış olabilir, her halÜkarda izlemenizi tavsiye ederim.
Cronenberg en sevdiğim yönetmenlerdendir, festivalde en çok merak ettiğim yarışma filmlerinden biriydi Maps to the Stars. Oyuncu kadrosu da epey iyi isimlerden oluşuyor. Film başta göndermeleri fazlasıyla belli olan, basit ve klasik bir Hollywood eleştirisi gibi başladı, hatta aklıma geçen sene Cannes’da izlediğimiz Sofia Coppola imzalı Bling Ring/Pırıltılı Hayatlar’ı getirmişti. Yüzeyselliği konu alan filmlerde en büyük risk filmin kendisinin yüzeyselleşmesi olduğu için, tam hafiften hayalkırıklığına uğramaya başlamıştım ki film belki 20. dakikasından itibaren bir Cronenberg filmi olduğunu hatırlatırcasına tuhaflaşmaya, ilgi çekici olmaya, heyecanlandırmaya başladı. Karanlık ama asla mizah duygusunu yitirmeyen filmin senaryosu, aynı adlı romanın yazarı tarafından kaleme alınmış. Kaçırılmaması gereken bir ziyafet diyebilirim. Güzel oyuncu Julianne Moore, bu filmdeki rolüyle en iyi kadın oyuncu ödülüne layık görüldü, hakettiğini söyleyebiliriz.
Cannes’da yarışan/gösterilen filmlere küçük bir ara. The Expendables filminin ekibi, filmin promosyonu için Cannes’daydı. Önce filmden küçük tanıtım klipleri izletildi, sonra ünlü ekip tanklarla (evet tank!) Cannes caddelerinde turlayarak insanları selamladılar, son olarak da Carlton otelde basının sorularını yanıtladılar. Stallone, her zamanki gibi formundaydı, açıkçası tüm enerji ondaydı, en çok o konuştu, yaptığı esprilerle ilgi topladı. Şahsım adına Mel Gibson’u yakından görmek çok hoşken, aslında karşımdaki masada aynı zamanda Antonio Banderas, Arnold Schwarzenegger, Harrison Ford, Jason Statham, Wesley Snipes, Dolph Lundgren, Patrick Hughes, Avi Lerner, Kelsey Grammer, Ronda Rousey, Glen Powell, Avi Lerner gibi isimleri de görmek, onlardan birbirinden eğlenceli çekim anılarını dinlemek muhteşemdi.
Bennett Miller imzalı Foxcatcher ile devam edelim, film yönetmene bu sene En İyi Yönetmen ödülünü kazandırdı. Foxcatcher, gerçek bir hikayeye dayanıyor. Mark Schultz ve kardeşi Dave Schultz dünya olimpiyat şampiyonu güreşçilerdir. Paranoyak şizofren John du Pont hayatlarına girdikten sonra ise hiçbir şey artık eskisi gibi olmaz. Gerçek hikaye zaten yeterince şaşkınlık verici ve dramatik. Yönetmen de bunu tabir yerindeyse en temiz şekilde sinemalaştırmış. Filmin genel anlamda çok parlak olduğunu söyleyemem ama Steve Carell’in performansı için bile izlemeye değer.
Ryan Gosling’in bu kez yönetmen koltuğuna oturduğu Lost River, bu sene Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yarıştı ama ödül kazanamadı. Bir ilk film için olabildiğince başarılı ve ilginç olduğunu söylemeden geçemesem de, ünlü oyuncunun çok özgün bir iş yapamadığının da altını çizmek gerek. Maalesef, filmin stili, Gosling’in daha önce birlikte çalıştığı ve/veya dönemsel olarak etkilendiği yönetmenlerin kendilerine has stillerinin bir kolajı gibi; filmden özellikle, naif bir Nicolas Winding Refn ve David Lynch karışımı tadı almanız mümkün. Yine de bu sürrealitenin içinde bir hikaye anlatma çabasından dolayı Lost River’a çok da negatif yaklaşamıyorum.
Festivalde en çok merak edilen filmlerden biri de The Search idi, zira The Artist’in yönetmeninden uzun süredir yeni bir iş beklenmekteydi. Hazanavicius 180 derecelik bir dönüş yaparak bu kez bir savaş filmine imza atıyor. Sabah 08:30’da başlamasına ve ağır, ciddi bir konu olmasına rağmen tek solukta izlediğimi ve başroldeki 9 yaşlarında olan Hadji (Abdul-Khalim Mamatsuiev) karakterinin beni çok etkilediğini, hatta gözlerimi yaşarttığını söylemeliyim. Filmin sinematografisi, mekanlar, sesler, renkler olağanüstü, bir savaş filmi ancak bu kadar aynı anda hem inandırıcı hem estetik görünebilir. Hazanavicius, neredeyse belgesel niteliğinde gerçek bir hikayeyi beyazperdeye aktarırken, bunun bir sinema filmi olduğunu da atlamadan çalışmış belli ki. 1948 tarihli The Search filminin bir adaptasyonu olan filmde Çeçenistan savaşı dönemi konu ediliyor. Filme en büyük eleştiri aslında biraz taraflı ve didaktik olması üzerinden geldi. Çeçen halkınının trajedisini gösterirken, olumlu ya da olumsuz şekilde de olsa Rus tarafını hiç göstermiyor oluşu filme karşı olumsuz yorumları da beraberinde getirdi. Benim şahsen filmde gördüğüm en büyük olumsuzluk ise Berenice Bejo’nun rahatsızlık verecek şekilde kötü performansıydı. Fakat film her türlü eksiğine rağmen beni çok etkiledi.
Bu sene festivalin en havalı gerçeklerinden biri de, efsane yönetmen Jean Luc Godard’ın filminin yarışıyor olmasıydı herhalde. 80’lerinde olan yönetmen, Goodbye To Language adlı filmiyle festivalin belki de en enteresan filmiyle biraraya getirmiş oldu bizi. Farklı felsefi yaklaşımlarla deneysel bir sinemaya sahip olan Godard’ın bu filmini anlatmak için kelimeler maalesef yetersiz. 3D film, bambaşka bir deneyim. Düzensiz bir kurgu, hipnotik anlar, video klip tadında kolaj görüntüler, eski filmlerden kareler, politik göndermeler, fakat asla ne demek istediği tam olarak anlaşılamayacak eksantrik bir konu. Filmde Godard’ın köpeği olduğu bilinen bir köpek başrolde adeta. Çılgın yönetmen belki de bu yaşa geldikten sonra hayatta bir mana aramanın manasızlığını, anlaşmak için dile, sanata ve aşka ihtiyacımız olduğunu anlatmaya çalışıyordur, kimbilir? Bu arada film jüri ödülünü Xavier Dolan imzalı Mommy ile paylaştı. Koskoca Godard’ı festivalden ödülsüz göndermek olmazdı, buna lafımız yok ama 25 yaşındaki bir yönetmenle birlikte bir ödülü paylaşmak, ustanın pek de hoşuna gitmiş gibi görünmüyordu.
25 yaş filan diyorum ama, bakmayın, ben Xavier Dolan’ın işlerini çok seviyorum. Cannes’da Mommy filminin sonrasındaki basın toplantısında verdiği yanıtlar sonrasında kişi olarak kendisini de çok sevdim. Hem çok duyarlı, hassas hem de çok entelektüel birikimi olan, zeki bir kişi Dolan, yaşının ve döneminin insanı değil adeta. Mommy, kocası ölmüş, oğlu ise hiperaktivite bozukluğu hastası olan 50 yaşlarında bir kadının yaşam mücadelesini en doğal en samimi şekilde anlatıyor. Bu filme ve bu yönetmene önyargılı yaklaşmamanızı tavsiye ediyorum.
Jimmy’s Hall, İngiliz yönetmen Ken Loach’ın son filmi de yarışmadaydı. Loach da sinemasını, dilini samimi bulduğum yönetmenlerden. Hiçbir filmi çok ışıltılı olmasa da mizah duygusuyla, genelde alt kesimi resmeden hikayeleriyle, sadeliğiyle, sıradanlığıyla her zaman gönüllerde taht filmler çekmiştir. Cannes’dan epey ödül almış olan yönetmen Jimmy’s Hall ile herhangi bir ödüle layık görülmedi. Fakat konusuyla, özellikle Türkiye’nin geçmekte olduğu süreçte bu filmi çok daha fazla bağrına basacaktır diye düşünüyorum, zira film 1930’larda İrlanda’da geçiyor ve konu, ifade özgürlüğünün imkansız olduğu bir dönemde halkın biraraya gelip çeşitli konularda konuşup tartışabileceği bir ortamın yaratılması ve Katolik Kilisesi’nin bunu sansürlemesi üzerine… Tanıdık geldi mi?
Leviathan, bu sene Cannes’da en iyi senaryo ödülünü aldı. Festivalin en beğenilen filmlerinden biriydi Leviathan da. Rus yönetmen Andrei Zyvgatinsev’in filmini aslında bir açıdan Kış Uykusu’na benzetiyorum. Öyküsünde diyaloglarında Çehov’dan, ve pek tabii ki Leviathan eserinin sahibi filozof Hobbes’tan tatlar bulabileceğiniz, sinematografik açıdan da olağanüstü görüntülerle karşılaşacağınız, günümüz Rusya’sındaki korku dolu yozlaşmayı gözler önüne seren, değerli bir yapıt Leviathan, ödülü de sonuna kadar haketti. Filmdeki bol votka içme sahneleri ve beklenmedik yerlerde gelen “güleriz ağlanacak halimize” dedirten mizah dolu yaklaşımlar da cabası…
İtiraf ediyorum, kendisini tanısam, hakkında bilgim olsa da daha önce bir Asia Argento filmi izlememiştim. Belirli Bir Bakış’ta yarışan Incompresa’ya tek kelimeyle bayıldım. Dolan’ın Mommy’si de, bu da, aslında çocukluğa, çocuklukta alınan yaralara, sevgisizliğe odaklanan, psikolojik yönden kuvvetli argümanları olan, bu açıdan benim kişisel olarak da favorim olmuş filmler. Fakat Incompresa, Mommy’den farklı olarak çok da sürreal, alaycı, çok daha karanlık ve acımasız bir dile, farklı bir sinema diline sahip. Oyunculuklar, mekanlar, kullanılan renkler, herşey bu masalsı ve üzgün ama mizahi hikayeye yakışmış, biraz nev-i şahsına münhasır kılmış. Charlotte Gainsburg da Nymphomaniac’dan sonra farklı ama yine marjinal bir karakterle karşımızda, bu kadına da bu marjinal roller yakışıyor yahu!
Ve festivalde son izlediğim film, Sils Maria. Başrolde Juliette Binoche, Kristen Stewart, Chloë Grace Moretz, yönetmen koltuğunda Olivier Assayas olunca, ortaya kötü bir şey çıkması zor zaten fakat senaryosu da Assayas’a ait olan filmin hikayesi de en az isimler kadar ilgi çekici. Hele ki İsviçre Alpleri ve dağların etrafında meydana gelen o bulutlanmalar…Filmin o soğuk, izleyiciyle arasında mesafe koyan yapısına epey uymuş doğrusu. Maps To The Stars’daki Julianne Moore gibi burada da Juliette Binoche, zaten bir oyuncuyken, bir oyuncuyu canlandırıyor. Yerimiz dar, fakat düşünülesi bir konu aslında, bir oyuncunun, oyuncuları, şöhreti eleştiren bir filmde rol alırken neler düşündükleri, o karaktere kendilerinden neler kattıkları beni epey düşündürdü şahsen.
Velhasıl, daha önceki yıllarda bir çok filmden mutsuz ayrılıp, 2-3 filme şaheser demiştim, bu sene ise neredeyse her filmi eşit derecede sevdim ama önemli olan bu dünyanın en prestijli uluslararası film festivalinden Türkiye’nin, Türk bir yönetmenin en iyi ödülü alarak ayrılmış olması. Nuri Bilge Ceylan ve ekibini bir kez daha yürekten kutluyor, umudumuzu kaybetmeye yaklaştığımız bu karanlık günlerimizde bize bir ışık, bir umut olduğu için kendilerine şahsen teşekkür ediyorum.
MELİS ZARARSIZ