Cannes’da Altın Palmiye’yi (hem de oyuncular da yönetmenle beraber bu ödüle dahil oldular) kapınca bizde fazlaca kıpırdanmalara sebep olan Mavi En Sıcak Renktir’ı elbette Filmekimi gösteriminde izledim ben de birçok meraklı izleyici gibi.
Film Adele ile Emma’nın hayatının ortasında bir göz açıyor öncelikle izleyiciye, (ama filmin duygu tarafı Adele üzerinden gidiyor) Abdellatif Kechiche gerçekten cesur bir anlatıma soyunuyor, aslında film sıradan bir aşk hikayesinin giriş, gelişme ve sonuç bölümlerini irdeliyor. Filmin farkı bunu eşcinsel bir çift arasında yapması ve cesur sevişme sahnelerine yer vermesi.
Adele’nin Emma’yla karşılaşmadan önceki ‘boşluk’ sürecinde fazlaca duraksıyor, bir nevi kendisini keşif yolculuğu, kendinde olanı arama hali onun ki. Okuldaki hali, ailesiyle paylaştığı sıradan anlar, okul otobüsündeki içine kapanık ama bir yandan da dışına taşmak isteyen anları Emma’nın varlığıyla tamamlanıyor. Ya da Adele öyle sanıyor. Adele tüm varlığıyla Emma’ya teslim oluyor, kendisini mutlu edecek olan tek şeyin o olduğunu düşünüyor. Film kodlarını ne kadar bildik kursa da Adele ve Emma arasındaki açıklığı da o kadar net tasvir ediyor. Kızlarının cinsel tercihleri konusunda bilinçli bir anne baba, Adele’in tahammül edemediği su ürünleri yemekleriyle karşısına dikiliyorlar. Burada hayatın acı gerçeklerine gönderme yapar gibi film! Oysa kendi evinde yenen spagetti ağırlıklı yemek bildik ve sıradan bir algı sunuyor bir kez daha Adele’e ve bize. Ailenin kızlarının tercihlerine ilişkin bilinçsiz tavrı Adele’i daha zor duruma sokuyor hayat karşısında.
İkilinin arasındaki güzel günlerin bittiğine dair ilk işaret ikilinin birlikte yaşadığı evde verilen yemekte kendisini gösteriyor. Yine makarnanın devreye girdiği yemekte Emma eski sevgilisiyle yakınlaşacağının sinyalini verirken, kafası karışan ve karşı cinse olan merak ve ilgisinin henüz bitmediğinin sinyallerini veren Adele de hayatının en büyük tokatlarından birini yiyor bu merakı karşılığında! Yıllar sonra bile içine en derininden acı olarak çöreklenen ayrılık duygusunu bize hissettiriyor. Filmin sıradanlığını bozan uzun uzun teşhir edilen sevişme sahneleri oluyor. Öyle ki oyuncular bile yönetmenden şikayet etme noktasına gelmişler bu sahnelerin perdede yansıyışı hakkında. Yönetmen sıradan bir filme üst düzey ama bir yandan da estetik sevişme sahneleri koyunca filmin doğallığı içerisinde belli bir ivme kazansa da filmin içine iyi oturuyor… 180 dakikalık film tekrarlı, uzun bir duygusal yolculuğu anlatsa da sıkmıyor, sıradan anlatımın etkisi olsa gerek bu!
Adele hayatın içinde yalnız bırakılan, kalan kadınlardan. Naif yaklaşımları, kendini bulma isteği ve hayata olan derin tutkusu onu bir yerde yalnız bırakıyor, o yüzden eski sevgilisi Emma’nın sergisinde de kendi resminin karşısında yalnız kalıyor, yalnızca bir resim olarak kalıyor Emma’nın gözünde ve ortamda. Bir genç kızın kendisini keşfediş hikayesi olarak başlayan ama hüsranla biten film hayata dair bir film. Seyirciye fena bir gözetleme rolü biçmiş olsa da! Oyuncular zorlansalar da çok başarılılar gerçekten de!