Hayatboyu… 90’lı yılların sonunda üzerindeki ölü toprağını atan Türk sineması, kaliteli ve çeşitli filmler üreterek seyircileri yeniden salonlara çekebilmeye başlamıştı.
2000’lerde ise yeni ve genç bir sinemacılar kuşağı ortaya çıktı ve bu yönetmenler sinemaya kendi kimliklerini, bakış açılarını getirerek, bağımsız bir temsil oluşturmaya başladılar. Yeni dönem bağımsız sinema örneklerinde, dönemsel olarak içinden geçilmekte olan ideolojik, politik meselelere, özellikle de “öteki” meselesine geniş kapsamlı değinen çok fazla film çekildiğini (ve hala çekilmekte olduğunu) görüyoruz. Bunun yanısıra, daha dar alandan; bireyden, aileden, kişisel hikayelerden yola çıkarak genel bir sosyolojik tabloya ulaşmayı tercih eden sinemacılar da az değil.
Adana Altın Koza Film Festivali’nde yarışırken izlediğim ve bu ay sinemalarda gösterilecek olan Hayatboyu, genç yönetmen Aslı Özge’nin ikinci uzun metraj çalışması. Senaryosu da kendisine ait olan ilk filmi Köprüdekiler’de Özge, Boğaziçi köprüsünde yolları kesişen üç sıradan insanın hayatına odaklanmıştı. Son çalışmasında ise yönetmen, alanı iyice daraltıyor, bir evlilik ilişkisinin tam da ortasına koyuyor seyirciyi ve demin bahsettiğimiz, “kişisel hikayelerden genel tabloya ulaşma” yaklaşımında bir filme imza atıyor. Senaryosu kendisine ait olan Hayatboyu’nda yönetmen hikayeyi modern kent hayatından bir kesit olarak sunmakla aslında son dönemde Türk sinemasında pek rastlayamadığımız ve eksikliğini duyduğumuz bir arka plan oluşturmuş.
Film 50’li yaşlarında olan evli bir çiftin, küçük ve modern bir evde monotonluğu bir köşe kapmaca şeklinde yaşayışlarını beyazperdeye taşıyor. Evin her yerinin bembeyazlığına rağmen, bir klostrofobiyi paylaşıyorsunuz adeta izlerken, zira o dar, iki katlı, metal helezon merdivenli evde, iki kişinin her anlamda sıkışmışlığını, görüntü yönetiminin, seçilen planların da başarısıyla, iliklerinize kadar hissedebilirsiniz. Dışarıdaki hayatlarında mümkün mertebe belli etmemeye çalışıyorlar evliliklerindeki sorunu, tutkusuzluğu, bitmiş duyguları… Dışarıdan herşey “mükemmel” görünüyor.
Filmde yaşanan olayları daha çok kadının tarafından takip ediyoruz. Ela karakterini çok başarılı bir doğallıkla canlandırmış Defne Halman. Cesur da bir rol, evde sevişirken, duş alırken, giyinip soyunurken görüyoruz çifti, çoğunlukla da Ela, artık memnun olmadığı bedenine aynada bakarken gerçekten de belki başka bir oyuncunun kabul etmeyeceği bir role “soyunmuş” oluyor, bu anlamda da kendisini tebrik etmek gerek. Ben şimdi, İstanbul’da yaşayan, modern ve saygın bir sanatçı olan ve evliliğinde sıkışmış olan Ela karakterinin sessizliğiyle bize anlattıklarını deşmek istiyorum biraz.
Türk toplumunda kadının kimliği, yeri, konumlanışı elbette zamanla çok farklı evrelerden geçti. Sosyal yapı değiştikçe, kadın daha çok güçlendi, daha çok önemsenmeye başladı. Özellikle endüstriyel devrimler ve gelişen teknoloji ile kadınların, aile içindeki geleneksel görevi olan “evin hanımı, çocuklarının anası” olmak dışında üretime doğrudan katılma ve iş hayatında yeni rol ve görevleri olmaya başladı. Fakat bu gelişmelerden önce kadın hem annelik görevlerinden, hem de bedenen erkeklerden daha güçsüz yaradılışından, hor görülmüş, annelik dışında işe yaramaz gibi değerlendirilmişti. Kırsaldaki kadının durumu daha da farklıydı elbet, beden güçleri erkeklere oranla daha az olmasına rağmen tarlada en zor koşullarda çalıştılar, bir çok Türk filminde bile konu edildiği üzere tarlada tek başınayken doğuran ve türlü sıkıntılar çeken kadınların gerçek ve acı hikayeleriyle doludur taşra… Yine uzun dönemler boyu evliliklerde fikri sorulmayan, istediği erkekle evlenemeyendir kadın. Tek başına sokağa çıkamayan, eğitim hakkı elinden alınmış kadın, bu yaklaşım ve kısıtlamalar sonucunda erkeğin baskınlığını kabul eden, ona maddi manevi mecbur bir tutum geliştirmiştir. Çalışıp para kazanan ve eve ekmek getiren erkeğe muhtaç kadının kendine ait bir maddi kazancı yoktur, olamaz. Kadın herhangi bir sebeple boşanmak istese de boşanamaz, kendine güvenerek yuvadan çıkıp tek başına bir hayat kuramaz. Şiddet de görse, aldatılsa da sesini çıkaramaz, çünkü düzenini bozamaz, tek başına varolamaz. Kadın bu bastırılmışlık ve kabulleniş içinde “zayıf, güçsüz” kalmıştır. Şahsen son 5-10 yıl içinde çevremde kadının kendi parasını kazandığı, kendi düzenini kurabildiği için artık erkeğe ihtiyaç duymayarak kendi hayatını bir birey olarak yaşayabildiği, bunu başarabildiği örneklerle karşılaşsam da, çoğunlukla, üst ya da orta sınıftan, toplumda önemli statülerde bulunan kentli kadınların mesleki ya da ekonomik açıdan eşleriyle eşit olmalarına rağmen yine de hala erkeğe bağımlı bir tutum sergilediklerini görüyorum. Türk aile yapısında kadına verilen rolün değişmesinin çok kolay olmayacağı açıkça belli. Bu çerçevede Türk sinemasında da genel aile yapısı, çoğunlukla varlığını korumuştur. Filmlerimizde aile içi düzen çoğunlukla bozulmaması gereken bir yapıda işlenir. Özellikle 80’lerde sinemamızda iyi ve kötü kadın tiplemeleri vardır. Ya evinin kadını, namuslu, cinselliğini yaşadığını görmediğimiz “iyi” kadınlar ya da erkekleri yoldan çıkaran “kötü” kadınlar… 90’larda ise toplumsal değişimlerin de etkisiyle kötü kadın olmasa da cinselliğiyle, güzelliğiyle, çıplaklığıyla ön planda olabilen kadın karakterler çizilmeye başlandı.
Hayatboyu’nda bu düzen altüst edilmektedir. Aile içi düzen sallantıdadır… Filmdeki Ela karakteri de yaşadığımız şu dönemde kadının ailedeki, toplumdaki -henüz tam da oluşumunu tamamlamamış- yeri anlamında çok çok iyi bir temsil olmuş aslında. Filmi izledikten sonra şu soruyu soruyorsunuz kendinize, Ela güçlü bir kadın mı, değil mi? Bu çelişki aslında tam da toplumda kadının son dönemde geldiği noktaya işaret ediyor. Ela aslında güçlü bir kadın karakter. Ne anlamda güçlü? Evli ve çocuk sahibi bir kadın ama saygın bir meslek sahibi. Çevresinde sözü geçen, arkadaşları ve eşi tarafından saygı gören bir insan. Kendisine ait bir dünyası var, üreten biri. Kocasıyla ya da başka bir erkekle varolmuyor aslında. Bu anlamda klasik Türk kadını değil. Filmde onu yemek pişirirken, çocuğuna aşırı ilgi gösterirken, evi temizlerken görmüyoruz. Evde, küçük ve sıkışık da olsa kendisine ait bir alan oluşturmuş, çizimlerini yapıyor, telefon görüşmelerini yapıyor, sergi açıyor, planlamalar yapıyor. Bu anlamda son dönem modern kentli kadının bir temsili Ela adeta. Öte yandan artık birbirlerine tutkuyla yaklaşmadıklarını farkettiği kocasıyla, mutsuz mutsuz bir evliliği paylaşıyor. Aslında birşeyler düzelsin istiyor, kocasına hem kızgın hem de onu hala seviyor. Aldatıldığını anladığı noktada yine eski Türk kadını tiplemesi gibi olay çıkarmıyor, kocasıyla yüzleşmiyor, kendini kaybetmiyor. Sadece bir karar veriyor: madem aldatılmıştır, kocasından ayrılmalıdır. Bu kararı vermesi de kolay olmuyor ama sonunda veriyor ve çok az diyalogla, gayet soğuk bir şekilde bunu kocasıyla paylaşıyor, artık o başka bir eve taşınmalıdır. Kocası da reddetmiyor, olay çıkartmıyor, üzülüyor ama hiçbir diyalog gelişmiyor aralarında bu konuda. Birlikte birkaç ev geziyorlar Ela için. Ela, şimdiki evlerine en yakın olan evi beğeniyor, kocasının da aklına yatıyor bu, pencereden birbirlerini görebilecekleri kadar yakındır iki ev birbirine. İşte Ela; modern, eğitimli, kendi ekonomik özgürlüğüne ve saygınlığına sahip kadın, kimseye hesap vermeden alıp başını bambaşka bir hayat kur(a)mamaktadır, yakında “eski” olacak kocasıyla birlikte sakin sakin ev bakmaktadırlar ve şimdi yaşadığı eve çok yakın bir yeni ev beğenmektedirler birlikte, neden? Düzen bozulacaksa da bu kadar bozulmalıdır sanki… Kadın da erkek de birbirlerine sundukları ‘konformizm’den çok memnunlardır zira aslında. Lanet olsundur ki erkek aldatmış ve yakalanmıştır, bunun gurur kırıcılığıyla yaşayamaz kadın artık ama neredeyse, “keşke yaşayabilse”dir. Bu zamana kadar, zaten bitmiş olan bir ilişkiyi konformizmden ödün veremeyerek sürdürebilmişlerdir, aldatılma aslında tüm bu yaşadıkları gerçeği gözler önüne sermiş, onları bir hamle yapmaya zorlamıştır.
Ela güçlü bir kadın karakter, fakat film bize adeta şunu söylüyor; içinde yaşadığımız toplum her ne olursa olsun hala erkek egemen bir toplum, ne kadar özgürleşirsek özgürleşelim, ne kadar modern bir şehirde yaşarsak yaşayalım, bir kadının tek başına hayatını sürdürmesi İstanbul gibi bir şehirde bile hala zor bir olgu, bu anlamda bir erkeğe olmaktan ziyade, bir aileye, bir yuvaya ait olma güdüsü kadında hala baskındır.
Yazımın başında da belirttiğim gibi “kentli, modern insanın hayatı”nı derinlemesine incelemesi açısından eksikliğini duyduğumuz bir açıya sahip bu film, son dönemde kadın erkek ilişkilerinin nereye gittiği, beklentilerin neler olduğu ve bu konuda kadın-erkek kimlikleri açısından nasıl bir süreçten geçtiğimizin de değerli bir tahlili…
Melis Zararsız