Dedemin Evi, senarist Buğçe Çalışkan’ın aile geçmişinden yola çıkan ve yönetmenliğini Gülten Taranç ile Ragıp Taranç’ın üstlendiği bir belgesel yolculuk. Kökleri Yunanistan’dan Bulgaristan’a uzanan Buğçe’nin hem dedesinin hem babasının göç deneyimlerinden doğan anlatısı, yalnızca bir aile hikâyesi değil; Balkan coğrafyasının kültürel hafızasını da görünür kılan bir kolektif hafıza belgesi. Yönetmen ikilisi, bu kırılgan yolculuğu samimiyeti zedelemeden, mahremiyeti sömürmeden ve duyguyu estetize etmeden aktarmaya çalışıyor. Yönetmen Gülten Taranç ile Dedemin Evi’nin geçtiği yolları konuştuk.

Dedemin Evi fikri nasıl ortaya çıktı? Son yıllarda aile hikâyelerini merkeze alan belgesellerin revaçta olduğunu görüyoruz. Bu trendin, projeye başlama motivasyonunuz üzerinde nasıl bir etkisi oldu?
Buğçe bana bu hikâyeyi ilk anlattığında aslında bir kitap yazmak istediğini söylemişti. Ama onu dinlerken, anlattığı yolları, evleri, hatıraları adım adım gözümün önünde canlandırdım. İskeçe’den başlayan o kırılgan hikâye, 1989 Bulgaristan göçüyle birleştiğinde sadece bir aile hikâyesi olmaktan çıkıp kolektif bir hafızaya dönüştü. O an Buğçe’nin anlattığı şeyin sadece okunacak değil, gerçekten görülecek bir hikâye olduğunu hissettim.
Evet, son yıllarda kişisel belgesellerin yükselen bir trend olduğunu biliyorum ama bu projede beni harekete geçiren şey trendler olmadı. Buğçe’nin anlatısındaki o sakin samimiyet, evlerin taşıdığı o sessiz hafıza beni çok etkiledi.
Bir de şunu eklemem lazım: Kendim de Balkan göçmeni bir aileden geliyorum ve bu kültürün Türkiye’de hem çok romantize edildiğini hem de tam tersine, gerçek yaşanmışlıklarının pek anlatılmadığını düşünüyorum. Balkan göçmenlerinin bir “dik durma” hali vardır; acıyı mizahla hafifletme, hayatta kalma stratejisi gibi… Bana göre dünyada acıyı bu kadar zarif bir ironikle taşıyabilen çok az topluluk var. Hem Buğçe’nin ailesinin hikâyesinde hem de kendi ailemin geçmişinde bunu çok gördüm.
Bu yüzden “Dedemin Evi” benim için bir trend değil; hem kişisel hem de kültürel bir ihtiyaçtı. Hikâyenin sinemaya dönüşmeyi hak ettiğini düşündüğüm yer de tam olarak burası.

Evet, belgeseliniz zamanın ve mekânın içinde sürekli yeniden inşa edilen bir kimlik sunuyor. Bireysel hafıza ile kolektif hafızanın nasıl birlikte örüldüğünü görmek mümkün.
Ailenin özel hikâyesini belgesel sinema yoluyla kamusal alanda paylaşmak etik açıdan zorlayıcı olabiliyor. Belgesel yaparken mahremiyet ile şeffaflık arasında nasıl kararlar verdiniz? O sınırı nasıl çizdiniz?
Aile hikâyesi anlatmak her zaman dikenli bir yol. Biz baştan şunu konuştuk: Hikâyeyi manipüle etmeden, kimseyi incitmeden, özellikle de aile bireylerini koruyarak anlatacağız. Bence çizgimizin net olmasını sağlayan şey de buydu: Merak uyandırmak için mahremiyeti sömürmedik; samimiyeti korumak için de gerçeği saklamadık. Ne Buğçe’yi ne ailelerimizi duygusal olarak zorlayacak detaylara girmedik.
Mahremiyet–şeffaflık dengesi belgesel sinemada etik temsil tartışmalarının hep merkezinde. Özel alanı araçsallaştırmayan bu tutum, izleyici–özne arasındaki güven ilişkisi için çok önemli. Maalesef günümüzde pek çok belgesel dramatik etki için bu özel alanı sömürmeye meyilli yaklaşımlar sergileyebiliyor.
Baba-kız; Gülten ve Ragıp Taranç olarak filmi yönettiniz. Sizin için kişisel ve profesyonel anlamda bu projede kesişen “aile” ve “sanat” dinamikleri neydi? Nerelerde çatışma yaşadınız?
Babamla çalışmak benim için çok doğal, çünkü onun hem kızı hem de öğrencisiyim. Set ortamına da bu ilişki çok net yansıyor. Aramızda keskin çatışmalar hiç olmadı; daha çok birbirimizi tamamlayan iki bakış açısı gibi çalıştık. Babamın daha geleneksel ve deneyim odaklı bir yaklaşımı var, ben ise daha sezgisel ve minimal bir anlatım peşindeyim. Bu farklılıklar bir gerilim yaratmak yerine filmi zenginleştiren bir denge kurdu. Sonuçta iki kuşak aynı masaya oturup ortak bir hafızayı birlikte inşa ettik.

Bir aile geçmişini takip ettiğiniz bu yolculuk, sizin ve Buğçe’nin ‘aidiyet’ duygusunu nasıl değiştirdi?
Bu yolculuk hem benim hem Buğçe’nin aidiyet duygusunu bambaşka bir yere taşıdı. En çok da Yunanistan’da bunu hissettik. Çekim için gittiğimiz köylerde kendimizi hiç yabancı gibi görmedik; aksine sanki yıllardır bildiğimiz bir Ege köyündeydik. İnsanların tavrı, sokakların ritmi, evlerin kokusu… Hepsi çok tanıdıktı. Bu his bize şunu gösterdi: Aidiyet sadece doğduğun yerle ilgili değil; geçmişinden taşıdığın bağlarla ilgili. O yüzden film ilerledikçe ikimiz de “eve dönüş”ün coğrafi bir yer değil, hafızada kurulan bir duygu olduğunu daha iyi anladık.
Aidiyetin yolculukla şekillendiğini söylemen, mekânın sadece bir coğrafi işaret olmadığını, hafızanın ve duygunun bir dokusuna dönüştüğünü hatırlatıyor insana.
Dünya seyircisine iletmek istediğiniz evrensel mesaj nedir? Nasıl bir etki yaratmak istediniz?
Göçü anlatırken aslında şunu söylemek istedik: Dünya’nın neresine gidersen git, bir ailenin fertleri kopmak istemedikten sonra o bağ hiç kopmuyor. Mesafeler, sınırlar, yıllar… Bunların hiçbiri o bağı zayıflatmıyor. Bazen birbirimizi görmesek bile aynı hikâyenin içinde kalıyoruz. Bu filmle dünya seyircisine aktarmak istediğimiz şey tam olarak buydu: Aidiyeti belirleyen yerler değil, seçtiğimiz ilişkiler ve birbirimize tutunma biçimimiz.

Ve gelelim en netametli soruya, prodüksiyon koşullarını nasıl gerçekleştirdiniz?
Film sürecinde tamamen yalnız değildik; güçlü destekçilerimiz vardı. T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İzmir Sinema Ofisi, Çeşme Belediyesi, Batı Trakya Türkleri Dayanışma Derneği İzmir Şubesi, BAL-GÖÇ ve Megapol Kültür ve Sanat Merkezi bize gerçekten önemli katkılar sağladı. Bu sayede çekimleri hem Türkiye’de hem Yunanistan’da hem de Bulgaristan’da çok daha güvenli ve planlı yapabildik.
Ama pratikte süreç yine de oldukça hareketliydi. Özellikle benim vizemin sadece 15 günlük çıkması işleri epey zorladı. Diğer ekip üyelerinin vizeye ihtiyacı yokken benim üç ülke arasında bu kadar kısa bir sürede çekimleri tamamlamam gerekiyordu. Hem zaman yönetimi hem de lojistik olarak ciddi bir planlama yapmak zorunda kaldık. Filmin ruhunu belirleyen şey de biraz bu oldu aslında.
Dedemin Evi, sadece bir evin değil; nesiller boyunca taşınan hafızanın kapısını aralıyor ve izleyiciyi kendi “nereden geliyorum?” sorusuyla baş başa bırakıyor. Geçmişin sessiz tanıklığını geleceğin hafızasına taşımaya dair bir misyon üstleniyor.























