Selin Aktaş kısa film ve belgesellerinden tanıdığım, sektörde var olmak isteyen üretken bir sinemacı. En son Üstad Mehmet Siyah Kalem belgeseliyle karşımıza çıktı. Filmin bir diğer yönetmeni de Murat Toy. İsimsiz ama hayal gücü engin bir derinlik taşıyan Siyah Kalem’in dünyasını irdeleyen araştırmacılar çoğu zaman elleri boş dönseler de bu gezgin ressamın hayatının etrafında toplaşmaktan memnunlar.

Merhaba Selin, seni biraz tanıyabilir miyiz?

Ben belgesel ve kurmaca film üretim süreçlerinde çalışan bir yönetmen ve kurgucuyum. Sinema benim için yalnızca bir anlatı aracı değil; aynı zamanda keşfetmenin, bilinmeyeni araştırmanın ve görünmeyeni görünür kılmanın bir yolu. Ürettiğim her işte, merak duygusunu ve içsel arayışı merkezde tutarak, hikâyelerin kendine özgü ritmini ortaya çıkarmaya çalışıyorum.

Üstad Mehmed Siyah Kalem’in eserleriyle yolun nasıl kesişti ve belgeselini yapmaya nasıl karar verdin?

Siyah Kalem’i ilk kez gördüğüm anı çok net hatırlıyorum. O çizimler, geleneksel ve mecazi bir üslupla oluşturulmuş olsalar da içlerinde çok çağdaş bir bakış, çok özgün bir hayal gücü taşıyordu. Figürlerdeki parçalanmışlık, biçimlerin dağınıklığı ve atmosferin neredeyse rüya ile kâbus arasındaki tonu bana hep hafızanın çalışma biçimini hatırlattı: eksik, kırık, tamamlanmamış… ama bir araya geldiğinde olağanüstü bir bütün oluşturan. Bu belgesel de tam olarak buradan doğdu. Siyah Kalem’in ardında bıraktığı parçaları bir araya getirme, bu parçaların arasındaki boşluklarda yeni hikâyeler duyma çabası benim için çok ilham vericiydi. Onu anlatma isteği, aslında bu eksikliği anlamlandırma ve görünmeyen bir sanatçının izlerini takip etme isteğinden geldi.

Ona cinlerin efendisi deniyor ve şaman olduğu düşünülüyor… İsminin bile eserlerini bulan insanlar tarafından konduğu bir figürden söz ediyoruz. Onun hikâyesine ulaşmaya çalışırken amacın ve duygun ne yönde oldu?

Siyah Kalem’le ilgili beni en çok etkileyen şey, onun hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyor oluşumuz. Ne düşündüğünü ne anlatmak istediğini, hatta gerçekten kim olduğunu bile bilmiyoruz. Geriye kalan tek şey, zamanın içinde parçalanmış bir şekilde günümüze ulaşan eserler. Üstelik bu eserler, İslam dünyasında karşılaştığımız geleneksel ikonografiden çok daha farklı; karanlık, özgün ve sınırları zorlayan bir hayal gücünün ürünü. Bu çizimlerin bir kral tarafından saklandığını, daha sonra kesilip albüm hâline getirildiğini biliyoruz — bu bile başlı başına bir hikâye. Bir sanatçının kimliğinin tamamen silinip eserlerinin kendi başına hayatta kalması, bana Roland Barthes’ın “Yazarın Ölümü” makalesini hatırlatıyor. Barthes’ın söylediği gibi, burada da “yaratıcı” ortadan kaybolmuş, fakat eser kendi kimliğiyle yaşamaya devam etmiş. Bu durum benim sanat anlayışıma çok yakın. Çünkü bana göre filmler de aynı şekilde, yönetmeninden bağımsız bir kimliğe sahip olmalı. Yönetmenin gölgesi, filmin önüne geçmemeli. Siyah Kalem’in bu gizemi — hem kimliğinin yokluğu hem de eserlerinin güçlü varlığı — beni çok etkiledi. Bu belgeseli yaparken de onun gibi görünmeyeni anlatma, sessizliğin içindeki sesi arama duygusu hep yolumu belirledi.

Çizimleri görünen değil de görmediğimiz varlıkları andırıyor ve sanırım sanat tarihi araştırmacıları onun peşinde, sadece yerli değil yabancı birçok isim de bu gizemli adamın hikayesini çözmeye çalışıyor, sana göre en yakın isim diye biri var mı?

Bence Siyah Kalem’i bu kadar özel kılan şey tam da bu: Onunla ilgili her şey bir yorumdan ibaret. Her araştırmacı, her sanat tarihçisi kendi bakış açısından bir ihtimal ortaya koyuyor; ama hiçbiri gerçeğe ulaştığını iddia edemiyor. Bu belirsizlik, bu boşluk aslında çok kıymetli. Çünkü sanatçıyı tek bir kimliğe, tek bir coğrafyaya, tek bir kültüre hapseden kesinlikler yok. Siyah Kalem, sanki bilinçli biçimde “yoruma açık bir alan” olarak var oluyor.

Bu yorumların birbiriyle benzerlikler taşıması elbette şaşırtıcı değil; ama yine de herkesin kendi kültürel arka planına göre yeni okuma biçimleri üretmesi beni çok etkiliyor. Daha da güzeli, Amerika’dan İngiltere’ye, Almanya’dan Asya’ya kadar birçok akademisyenin Siyah Kalem üzerine araştırmalar yapıyor olması. Bu, hem onun evrensel bir sanatçı olduğunu gösteriyor hem de yarattığı gizemin kültürler arası bir merak uyandırdığını.

Kısacası bana göre “en yakın isim” yok. Zaten olmasın da. Siyah Kalem’in büyüsü, hiçbir kategoriye tam olarak oturmamasında ve hâlâ çözülmeyi bekleyen bir sır olarak varlığını sürdürmesinde.

Film festivallerde gösterilmeye başlandı insanların ve jürinin ilgisi ne düzlemde oldu?

Türkiye prömiyerini Antalya Film Festivali’nde yapmak bizim için gerçekten güzel bir başlangıç oldu. Ardından TRT Belgesel Ödülleri ve Boğaziçi Film Festivali’nde de gösterilmesi, filmin hem ulusal hem de sektörel anlamda görünürlüğünü artırdı. Ben festivaller konusunda artık biraz daha seçici davranıyorum; çünkü Türkiye’de festival kültürünün son yıllarda ciddi şekilde değiştiğini düşünüyorum. Filmlerin konuşulduğu, tartışıldığı alanlar yerine, çoğu zaman sosyal medya görünürlüğünün öne çıktığı etkinliklere dönüşebiliyor. Bu da filmin kendisinin geri planda kalmasına yol açıyor. Üstad Mehmed Siyah Kalem, hem müzik kullanımı hem de anlatım biçimi açısından kolay izlenen bir belgesel film değil. Tıpkı Siyah Kalem’in eserleri gibi parçalı, zaman zaman rahatsız edici bir estetik dünyadan besleniyor; yan yana geldiğinde uyumsuz görünen sahnelerin oluşturduğu bir bütünlüğe sahip. Bu nedenle jürinin filmi zorlayıcı bulmasını anlayabiliyorum. Bazı temaların daha fazla ilgi gördüğü bir coğrafyada, alışılmışın dışında bir yapıyı hem izletmek hem de değer gördüğünü hissettirmek biraz zor olabiliyor. Yine de ben belgeselin kendi özgün dili açısından güçlü olduğunu düşünüyorum. Jürinin yaklaşımı ne olursa olsun, Siyah Kalem’in hikâyesinin her yerde karşılık bulacağını biliyorum — ama klasik festival mantığında çok şanslı bir film olduğunu da söyleyemem.

Bu kişiyle ilgili daha önce yapılmış bir belgesel çalışması var mı, benim bildiğim bir tane var, yurt dışında bu anlamda çekilmiş bir belgesel vs. var mı? Siz diğer belgeselden farklı ne yapmaya çalıştınız, farklı bir yönünü ele alma imkanınız oldu mu?

Siyah Kalem üzerine yapılmış en bilinen çalışma, Sabahattin Eyüboğlu ve Mazhar Şevket İpşiroğlu’nun çektiği belgesel. Biz de o filme belgeselimizde referans verdik; çünkü tarihsel olarak çok kıymetli bir çalışma. Fakat o dönem yapılan film, daha çok eserleri tanıtan, gösteren, yorumlamaya fazla girmeyen bir yaklaşım taşıyordu. Bizim yapmak istediğimiz ise bundan oldukça farklıydı.
Biz Siyah Kalem’i anlatmaya çalışmadık; çünkü onu anlatmak, tek bir kimliğe, tek bir açıklamaya indirgemek anlamına gelirdi. Bunun yerine Siyah Kalem’in yarattığı boşluğun, belirsizliğin ve kimliksizliğin bugün bizde nasıl karşılık bulduğunu araştırdık. Belgeselde, onun gizemli dünyasını kendi yaşamları ve kendi arayışlarıyla kesiştiren karakterlere yer verdik. Yani film, Siyah Kalem’in hayatını “yeniden kuran” bir yapıda değil; Siyah Kalem’in bizde bıraktığı izleri, soruları ve etkileri takip eden bir anlatıya sahip. Bu açıdan bizim belgesel, klasik sanat tarihi anlatılarından ayrışıyor:
Siyah Kalem’i bir sanatçı olarak değil, bir arayışın, bir sessizliğin, bir soru işaretinin sinemasal karşılığı olarak ele alıyor.

Belgeseli iki kişi çektiniz, bunun sebepleri nedir?

Murat Bey benim uzun zamandır birlikte çalıştığım, aynı zamanda yöneticim olan biri. Birçok projede birlikte yer aldığımız için birbirimizi hem iş disiplininde hem de yaratıcı anlamda çok iyi tanıyoruz. Bence en büyük avantajımız bu: Doğru yerde eleştirebiliyor, doğru yerde destek olabiliyoruz. Bu bazen yorucu olsa da filmi inanılmaz şekilde zenginleştiriyor.

Selin, senin bir kısa metraj senaryon var, Anne babam bana Kızacak mı Diye, onun yolculuğu nasıl ilerliyor? Bir yandan da şöyle sorayım kısa film mi çekmek kolay yoksa belgesel mi?

“Anne, Babam Bana Kızacak mı?” oldukça verimli bir pitching süreci geçirdi. Bir kısa filmin bu kadar çok pitching’e katılması aslında çok alışıldık bir şey değil ama proje her platformda karşılık buldu. Şu anda sette girmek için hazırlıklarımızı tamamlıyoruz; ekip yapılanması, mekân araştırmaları ve finansal süreçler devam ediyor. Kısacası film, uzun bir geliştirme aşamasının ardından artık üretim sürecine doğru ilerliyor.

Kısa film mi, belgesel mi daha kolay sorusuna gelirsek… Bence ikisi de kendi dünyasında zor. Hikâye anlatma işi zor çünkü, insanın hem kendisiyle hem de anlatmak istediği şeyle sürekli bir hesaplaşma içinde olmasını gerektiriyor. Gerçekten ne söylemek istediğinizi bulmak da onu doğru bir biçimde ifade etmek de zaman alıyor. Kurmaca olsun belgesel olsun, her anlatıda bir tür kırılganlık var; kendinizi açıyorsunuz, bir şeyleri risk alarak söylüyorsunuz. Belki bu yüzden iki tür arasında kolay diye bir ayrım yapamıyorum — ikisi de farklı şekillerde zor ama aynı oranda besleyici.

Bu arada Murat Toy’un birçok belgeseli bulunuyor, biraz onlardan bahsedebilir misin? Üstad Mehmed Siyah Kalem’in hikayesi diğerleriyle nasıl bir noktada b,0uluşuyor ya da ayrışıyor?

Murat Bey, Türkiye’nin ilk belgesel kanalı olan İZ TV’nin kurucu ekibinde yer almış ve uzun yıllar boyunca çok sayıda belgesel üretmiş bir isim. Hikâyeyi görsel bir dile dönüştürme konusundaki sezgisi çok güçlü; hem saha deneyimi hem de anlatı disiplini açısından Türkiye’de önemli bir yere sahip. Fakat yaptığı işleri festivallere göndermek konusunda biraz çekimser bir tarafı var. Daha çok üretmeye, sahada olmaya odaklanan bir yapısı olduğu için projelerinin çoğu geniş kitlelere ulaşmasına rağmen festival dünyasında görünürlük bulmamış. Ben de bu durumu biraz kırmaya çalışıyorum çünkü ürettiği işlerin uluslararası alanda da karşılık bulacağına inanıyorum.

Bundan sonra ortak işler gelir mi, gelecek mi? Var mı bu yönde çalışmalar?

Aslında şu anda çekimlerini tamamladığımız ve kurgusu devam eden yeni bir belgeselimiz var. Fakat bu aşamada çok fazla detay paylaşmak istemiyorum. Şimdilik söyleyebileceğim tek şey, yine bizi heyecanlandıran ve kendi içinde çok farklı bir dünyanın kapısını aralayan bir proje olduğu.

Son olarak neler söylersin?

Umarım filmin önünde hiçbir şeyin durmadığı, sadece filmin konuşabildiği bir ortam yaratabiliriz. Benim için en değerli olan şey, izleyicinin filmle baş başa kalabilmesi; kendi sorularını sorabilmesi, kendi duygusunu kurabilmesi. Siyah Kalem’in hikâyesi de zaten böyle bir alan açıyor: Sessiz, belirsiz ama bir o kadar da güçlü. Dilerim bu belgesel, izleyene hem bu sessizliğin derinliğini hissettirir hem de kendi iç yolculuğuna dair bir kapı aralar.

 

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.