Büşra Bilginer’in Kıyıda filmini Adana Altın Koza Film Festivali’nde izlemiştim ilk olarak, röportaj için bir daha izledim ve Büşra Bilginer’in ilk çekimi silindiği için tekrar çektiği bu filmi kendime daha yakın buldum. Aslında dağılmış aile bireylerini ölüm ya da düğün, bayram gibi sebeplerle tekrar buluşması kanadında çokça film çekiliyor, Kıyıda’da bunlardan biri… Samimi, akıcı oyunculuklar ve iyi bir yönetim Kıyıda’nın sorgulamasına bizleri de katıyor. Filmin genç yönetmeni Büşra Bilginer’e sorularımı yönelttim… Film şu sıralar MUBI’de gösterimde.
Merhaba, oldukça erken yaşta ilk uzun metrajlı filmini çektin, öncelikle bu motive nasıl gerçekleşti, konu nasıl ortaya çıktı?
-Lisede en büyük hayalim Mimar Sinan’da Sinema okumaktı. Üniversitenin başında Kıyıda’nın hikâyesini yazdım ve son sınıfta, arkadaşım Gizem’le senaryoyu tamamladık. Kadınların çoğunlukta olduğu genç bir ekiple, bir “kadın işi” çekmek hayalimizdi. Filmin hazırlık sürecine kadar bunun ne kadar zor bir süreç olduğunu hiç bilmiyorduk. Filmi etkileyen çok fazla dinamik vardı ve benim dışımda birçok insanın da hikâyeye inanıp sürece dahil olması gerekiyordu. Öyle de oldu. Ne zaman zorlanıp çıkmaza düşsek, aramızdan biri ayağa kalkmayı hatırlattı. Motivasyonumuzu da büyük ölçüde bu birliktelik korudu bence.

Biraz seni tanıyalım mı, Kıyıda’dan sonra neler değişti hayatında?
Kıyıda’yı üniversitede bitirme projem olarak çektim. Ancak o yıl, teknik aksaklıklar nedeniyle film silindi. Yaklaşık bir yıl boyunca her evresiyle yas tuttum diyebilirim. Ve artık kabullendiğimde, Kıyıda’nın ilk filmim olması hayalinden vazgeçememeyi de kabullenmiştim. Bunu her zaman anlatmıyorum ama Kıyıda ile hayatımda değişenleri sorduğunuzda, en büyük değişimi filmin silindiği sene yaşadığımı düşündüm. Neyse ki ondan vazgeçemedik. Bir yıl sonra ekip yeniden toplandı ve imkânlarımız çok daha kısıtlı olmasına rağmen filmi tamamladık. Filmin çok sevdiğim, hayran olduğum, nefret ettiğim ya da pişman olduğum tarafları var ama bütünüyle gurur duyuyorum. Şimdi yeni hikâyeler yazarken sık sık Kıyıda’nın bana kattıklarını anımsıyorum.
Bizi bir araya getiren şeyler bazen bir düğün bazen de bir ölüm oluyor ve çocukken paylaşılıp sonrasında hayata dağılmış anların izini sürülüyor. Bazen kırıcı bazen de sevgi dolu oluyor bu sorgulamalar, bir hayli doğal olmuş bu anlamda? Senaryoyu yazarken nasıl bir dinamik kurdunuz?
Kıyıda’dan önce ailemde kayıplar yaşamıştık ancak yapım sürecinde çok sevdiğim iki insanı daha kaybettim. Tutabildiğim yas ve çektiğim acıya minnettarım aslında. Kıyıda, dört kız kardeşin otoriter babalarının ölümü sonrası yaşadıklarını ve aynı şekilde mücadele etmiyor oluşlarını anlatıyor. Bence birinin yokluğu üzerine çekilen acıya ve özleme sarılıyoruz. Ve onlar yoksa, gidenin boşluğu başka şeylerle doluyor. Onlara yeniden sarılmak içinse önce o boşluğun neyle dolduğunu çözmek gerekiyor. Hele ki çok sevdiğin insanlar çevrendeyse ve hepiniz farklı bir şeyle mücadele ediyorsanız…
Ve kaybedilen ama etkisi devam eden, kızların hayatlarını şekillendiren bir baba figürü baskın bir şekilde hissediliyor bu filmde de. Babanın etkisini tek tek yansıtmışsın kızlara, baba figürünün etkisini ve yansıması biraz da senden dinleyelim…
Ben, bazen hissettiğim veya düşündüğüm şeyleri anlatmak için çabalamam gerekse de, beni anlamaya çalışan bir anne ve babayla büyüdüm. Ancak hayatımda, başta kardeşlerim olmak üzere sevdiğim çoğu insanın birbirinden çok farklı olması ve yaşadıklarıyla başa çıkma şekillerinin farklılığı hep ilgimi çekti. Özellikle ataerkil düzende, bir kadın için o düzenin temsilcisi genellikle baba figürü oluyor. Hikâyede de farklı karakterlerdeki kadınların otoriteyle farklı mücadelelerini işlemeye çalıştık.

Bir pansiyonda bir araya gelmeleri, çekip gittikleri ve döndüklerinde olmayan, kalmayan bir eve, bağa işaret ediyor. Anneleri çok önce ölmüş, baba da ölüyor, üvey anne ve üvey kız kardeş var. Tüm bu kopukluk neye işaret ediyor?
Ev, hikâyedeki anne figürü. Annesi hayatta olan küçük kardeş Deniz, hâlâ orada annesiyle yaşıyor. Diğerleri savrulmuş durumda ve “ev” diyebilecekleri bir yer yok. Sadece Yasemin pansiyonu satıp bir ev alma konusunda planlar yapıyor; o da kendi evi ve annelik üzerinden. Pansiyon daha çok babaları gibi. Emek vermeleri gereken, onları sınayan ama aynı zamanda bir araya da getiren bir yer. Birisi orada mecburen kalıyor, biri canı istediğinde geliyor, diğeri yıllardır hiç uğramamış. Aslında mirastaki bu kopukluk, hayatlarındaki ve iletişimlerindeki kopukluğu simgeliyor.
Kızlar zor bir ortama geldikleri, ufak tefek tartıştıkları halde filmde bir dinginlik hissi de var aynı zamanda, bunu özellikle mi istediniz?
Evet, bu konuyu eleştiren de çok seven de oluyor. Ama kurduğumuz karakterler, anlaşamadıkları konular üzerine sert kavgalar edecek karakterler değil. Zaten çok kopmuşlar ve başta sadece süreci atlatıp dağılmak istiyorlar. Ancak gerçekten konuşabildiklerinde, bir arada kalma fikrini tartmaya başlıyorlar. Kanıksadıkları bir özlemi ve kırgınlığı yeniden yaşıyorlar. Öfke, telaş, nefret ya da bıkkınlık değil. Sevdiğin biriyle birbirini anlamıyor ama onu özlüyorsan, yan yana olabilmek için bazen sadece durman gerekir. Kızlar hikâyede bunu da öğreniyor. Kaçmadan, savaşmadan, beklemeden yan yana durabildikleri anları olsun istedim.

Mutlaka aileden birileri gitmez, gitmeye cesaret edemez, büyük abla bu anlamda kardeşleriyle onların yaşamadığı anlar arasında köprü görevi üstleniyor ve anne olmadan anne gibi davranıyor. Bu durumda giden mi kalan mı diye sorma hissiyatı yaratıyor film. Bu anlamda nereden baktınız?
Aslında sık işlenen bir konu olsa da, “gitmek mi zor, kalmak mı” hâlâ cevabını tam bilmediğim bir soru. Hikâyeyi yazarken karakterlerin hepsi doğalarına uygun olanı yaptı. Zorlanarak ya da gönüllü olarak… Karar verdikleri dışında bir hayat onlar için daha da zor olurdu. Nilüfer kalamazdı, Yasemin de gidemezdi. Elimizde birbirinden çok farklı dört genç kadın vardı ve doğdukları aileyle mücadelelerinde dört farklı yolun çıkması kaçınılmazdı. Kimi herkesi geride bırakıp gitti, kimi sorumlulukları için kaldı, kimi hiçbir yere ait olamadı, kimi geride bırakıldı. Ama yollar bazen aynı noktada buluşur. Biz de bir sebeple hepsinin aynı kıyıda buluşmasını anlattık.
Deniz’in diğer üç kızın enerjisini yakalayamaması, içine kapanık ve daha çocuksu olmasının altında yatan neden baba mı yoksa gerçekten de yalnız bir çocuk olması mı? Orada annenin yabancı olmasının filme etkisi nedir, onu nasıl yorumlamalıyız?
Annenin “yabancı” olmasını özellikle istedim, çünkü diğer kızlarla iletişimindeki kopukluğu somutlaştırmak istedim. Deniz’in içe kapanıklığının en büyük nedeni, ablalarını neredeyse hiç tanımıyor olması. Çok farklı karakterdeler ve kendi aralarındaki iletişim de zayıf. Deniz’in alıştığı bir kardeş ilişkisi yok. Onun tanıdığı baba, kızların tanıdığına göre daha yumuşak. Yasemin, Nilüfer’e “Söylemese de seni özlediği belliydi. Yaşlandıkça daha az konuşur oldu.” diyor. Onlar, babalarının bağırıp çağıran, sinirlenen, odalara kapatan hâlini paylaşmış. Deniz’le aynı yaşanmışlıklara sahip değiller. Ama Deniz’in onlara ihtiyacı olduğunu anlayacak kadar çevresinde olmadıkları için, ancak babalarının yasını paylaştıkları zaman iletişim kurabiliyorlar.

Film her anlamıyla bir kadın filmi gibi duruyor, onların vizöründen bakıyor ve sanırım kamera arkası da kadınlardan oluşuyor. Böyle güzel bir sinerjnin filme etkisi nasıl oldu?
Hikâyemiz bir kadın hikâyesi. Senaryo, yardımcı yönetmen ve reji ekibinin tamamı, yapım tasarımı, sanat yönetmeni, prodüksiyon asistanları, kostüm, makyaj, kurgu editörü, ortak yapımcı… Ekibimizin çoğunluğunu bu müthiş kadınlar oluşturdu ve başta set ortamı olmak üzere filmin her aşamasını güzelleştirdiler. Hikâyeye dokunan kadınların fazla olması ayrıca önemliydi çünkü sektörde kamera arkasında kadınların varlığını artırmak ve kadın hikâyelerini –özellikle eril bakıştan arınmış hikâyeleri– çoğaltmak çok değerli. Ne mutlu ki ekibimizin kadın-erkek tamamı bu fikri paylaşıyordu.
Oyuncu seçiminden bahsedelim mi, çok isabetli karakter oyuncu bütünleşmesi…
Oyuncularımızın her biri, filmle ilgili en büyük “iyi ki”lerim arasında diyebilirim. Hikâyeyi yazdıktan ve Gizem’le senaryoyu tamamladıktan sonra hayal ettiğim oyuncuları sordu ve cast direktörlüğünü üstlendi. Henüz ilk işimizdi, imkânlarımız çok kısıtlıydı ama en azından denemeye karar verdik. Hepsine çok isteyerek ve açıkçası biraz da çekinerek yazdık ama hikâyeyle bağ kurdular ve içinde olmak istediler.
Film olumlama duygusuyla sona eriyor, annenin yaptığı vazo kırılmasına rağmen filmin sonunda dimdik ayakta duruyor, kızlar beraber denize girip sanki annenin karnında tekrar hayat bulmuşlar gibi bir izlenimle seyirciyi de rahatlatıyor. Bunu sizden dinlemek isterim…
Aslında hikâyede pek bir şey çözülmüyor. Ama evet, umutlu bir anda bitiyor film. Çünkü Defne’nin Nilüfer’e dediği gibi, sadece biraz durmaları gerekiyor. Bir süreliğine birbirlerini anlamasalar da, hak vermeseler de birlikte durmayı deniyorlar. Aynı anneden olmayan küçük kardeşleri için, birlikte aynı suya girerek bunu yapmaları bana, en uzak olduklarıyla dahi aralarındaki bağın zaman zaman incelse de kopmayacağı umudunu veriyor.
Başka projeler var mı bu arada, nasıl bir konuda çalışmak istiyorsunuz?
Evet, yazıyorum. Ama Kıyıda bana birçok şey öğretti. Bunlardan biri de her şeyin kontrolümde olmadığı ve her şeyin bir zamanı olduğu. Sanırım bir sonraki hikâyenin zamanı biraz daha var.
Ben teşekkür ederim Banu hanım, çok keyifli bir röportajdı.























