Orçun Behram’ın MUBI’de yayında olan yeni filminde bir zombi karaktere hayat verip, hatta rolüyle bütünleşen Cansu Türedi’ye sorularımı ilettim, kendisini farklı projelerde daha fazla görmek dileğiyle iyi okumalar…

Merhaba sizi biraz tanıyabilir miyiz?

Ben Cansu. Uslanmaz bir hayalperestim. Bugüne kadar kendimle ilgili söyleyebildiğim en net ve hala değişmeyen şey bu. Kendimi tanıtmak hep biraz şaibeli gelmiştir; sanırım ‘anlatma, göster’ anlayışını benimsediğim için. Belki de her hikayeyi ve karakteri, farklı gözlerde farklı anlamlarla yorumladığımızı bildiğimden. Hikaye delisiyim diyebilirim. Oyunculuk da bu yüzden benim için bir işten çok, o hikayeleri gözlemleme ve deneyimleme biçimi. İçimizde ne olursan olsun, koşullar hangi yönde değişirse değişsin büyüttüğümüz o dünyaların  bir parçası olmak… Beni en çok bu mutlu ediyor.

Orçun Behram ve Cenaze filmiyle yolunuz nasıl kesişti? Daha önceki işlerini biliyor muydunuz?

İyice dürüstçe cevap vereyim. Galiba bunu Orçun’a da söylemedim daha önce. Gelen metni uykudan uyanıp okumuştum. Metne devam ettikçe yatakta doğruldum. Yüzümü yıkayıp, saçlarımla elimle üstünkörü düzeltip, geçtim kamera karşısına. Orçun’un benimle ilk tanışması böyleydi. 🙂 İlk yüz yüze toplantımız neredeyse sessizlikle geçti. Ben sorulmadıkça anlatmayı pek sevmem, Orçun’u da öyle tanıdım, benim gibi gelmişti. Cenaze’nin tamamını henüz okumamışken Orçun arayıp “bol bol kan olacak, rahatsız olur musun?” dediğinde “tuhaf duyulacak ama ben kan görmeyi severim” demiştim. Cenaze filmiyle tanışma hikayem de benim için budur. Bina’yı da senaryoyu okumayı bitirdikten sonra izlemiştim.

Size bir zombiyi oynayacaksınız dediklerinde neler hissettiniz?

İlk olarak korktum. Çünkü Orçun’un aklında her şey çok detaylı ve netti. Ben komik ve klişe görünmeden onun aklında  bu kadar berrak görebildiği Zeynep olabilecek miyim diye endişelenmiştim. Ama Zeynep zombiden çok yaralı bir hayvan gibiydi benim için. Gören herkesin uzaklaştığı, korktuğu ama benim sarıp sarmalamak istediğim bir Zeynep’ti. Yine ‘zombi’ diyemedim. 🙂

Rolünüze nasıl hazırlandınız, keyif aldığınız ve zorlandığınız anlar neler oldu?

Hayvanların yetiştirdiği insanların video ve belgesellerini izliyordum ara ara. İlk aklıma gelenler de onlar olmuştu. Çünkü karakter en başlarda hatırlamasa da dirilmesinin bir sebebi vardı, o yüzden “bildiğimiz zombi işte” değildi benim için. Dedim ya, yaralı bir hayvan gibiydi. Ben de köpeğimi biraz daha gözlemledim. Yemek istediği bir şeyi isterken ki hırsına, duyduğu her seste verdiği tepkiye baktım. Mantık ve teknik gibi sesleri susturup, tamamen içgüdüsel hareket etmeye odaklandım. Zorlandığım kısmı daha önce dediğim gibi “aman klişe olmasın” kısmıydı. Bir de bazen bedensel olarak o gerilimi taşımak zorlayıcı olabiliyordu. Aynı zamanda ruhunda taşıdığın karanlık da… Haricinde her şey süper zevkliydi.

Sinemamızda cin temalı korku filmleri çokça yer buluyor ama bu filmi onlardan ayıran çokça unsur var, siz bir oyuncu olarak bu tarz bağımsız ve tür sinemasına yakın filmleri daha çok görmeyi, oynamayı tercih eder misiniz?

Tabii isterim. Korku temasını izlemeyi çok severim. Filmin ilk 10 dakikasında finali tahmin etmek hiçbir seyir zevki sunmuyor tabii. İzlemeyi sevdiğim filmin içinde olmayı da tercih ederim pek tabii.

Orçun Behram ve rol arkadaşınız Ahmet Rıfat Şungar ile çalışmak nasıl bir deneyim kazandırdı? 

Başlarda dedim ya, Orçun ben gibi gelmişti zaten bana. Bazen sahnelerden önce konuşurken toplam üç cümle kuruyorduk neredeyse. Aynı iştaha sahip olduğumuzu hissediyordum. Bu da haliyle Orçun’un tanıdığı alanın çok özgür hissettirmesiyle alakalı. Kafasında sahneyi birkaç kere çektiğini bilsem de sunduğum her şeye hep çok açık, “onu da görelim, tamam, öyle de bakalım” diyen bir yönetmen olması hem kişisel olarak çok rahatlatıyor hem de karaktere dair içinde kalan hiçbir şey olmuyor. Üçümüz de şakanın, ciddiyetin, resmiyet ve samimiyetin dozunu çok iyi ayarladık bence. Rıfat’la da keza aynı şekilde…  Çünkü o, Zeynep’in Cemal’i kostümleri giydikten sonra öyle bir mesafe ve ancak o kadar bir samimiyet oluyordu aramızda. Saatler öncesinde çok gülmemiş, çok paylaşmamışız gibi… İşte bahsettiğim doz. Kısa tutacak olursam, genel bir yorumla: kaygısız, dengeli ve mutlu bir yoldu Orçun ve Rıfat’la çalışmak.

Filmin arkasından bir nevi tarikat cinayeti, kadın cinayeti çıkıyor ve kadın intikam için öte tarafa gitmeyi reddetmiş. Bu onu hakkında neler söylersiniz?

Zeynep’in odanın içinde tarikat üyelerini gördüğü ilk sanrısı var. Ciddi anlamda kalbim ağzımdaydı. Çığlık atıp, camı yumrukladığım bir plan var. Orada başlayıp, o gün boyunca Emine Bulut’un sesi hiç gitmedi kulağımdan. İçimden “bu çaresizliği hissettiğin için özür dilerim” deyip, duruyordum. Değil intikam, adaleti sağlanmamış o kadar kadın var ki… Ama maalesef senaryo değil, gerçeğin ta kendisi. Ve keşke demekten öteye yapacağımız şeyler var…

Başka hangi farklı karakteri canlandırmak istersiniz, var mı kafanızda şunu oynamak isterim dediğiniz biri, bir karakter ya da bir kahraman?

Ben çocukken çok fazla Angelina Jolie’nin ajan olduğu filmler izlerdim. Aynı zamanda Lara Croft’du tabii kendisi. Çocukken ajan olmayı hayal ederdim. Hala en sevdiğim tür suç/polisiye… Bir kere dedektif, klinik psikolog oynasam, o sayfayı kapatacak gibiyim. Ya da daha çok açarım, bilemedim. 🙂

Bu tarz filmler seyirci dostu filmler değil ama tür filmi sevenlerin sahip çıktığı filmlerdir. Ülkemizdeki sinema seyircisini nasıl buluyorsunuz, tercihiniz dizi mi sinema oyunculuğu mu?

Bilemiyorum. Bu konularda “bu seyirci böyledir, şu filmin seyircisi şöyledir” gibi kesin yorumlardan kaçınıyorum. Bir fikre yönünü çevirdiğinde sanki olan biteni veya bence her zaman olan diğer seçeneğini es geçiyoruz. İnsan da günden güne bile değişiyor bence. Zaten çok hızlı değişen gündem ve çok hızlı tüketilen duygular içindeyiz uzun bir süredir. Yani sinema seyircisi de benim belirlediğim “şöyledir” kanısına uymadan değişiyordur bana göre. Sinema tabiiki çok daha sürecin bütünlüğünü hissedebildiğim bir alan. Ama dediğim gibi, illa da taraf olmaya gerek duymuyorum. Hikayenin peşinden gitmeyi tercih ediyorum.

Son olarak neler söylersiniz?

Umarım hep görünenin ardını irdelemeyi, empati yapabilmeyi, hikayeleri takip etmeyi ve anlamayı hep beraber çok severiz.

Fotoğraf: Sareh Ovey

Banu Bozdemir
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu. Sinema yazarlığına Klaket sinema dergisinde başladı. Dört yıl Milliyet Sanat dergisi ve Milliyet gazetesinde sinema yazarı, kültür sanat muhabiri ve şef yardımcısı olarak çalıştı. İki yıl Skytürk Televizyonunda sinema, sanat ve ‘Sevgilim İstanbul’ programlarında yapımcı, yönetmen ve sunucu olarak görev aldı. Antrakt Sinema Gazetesi’nde iki sene editör olarak çalıştı. Tarihi Rejans Rus Lokantasına hazırlanan ‘Rejans Tarihi’ ve ‘Rejans Yemekleri’ kitabının editörlüğünü yaptı. Rejans Rus lokantası başta olmak üzere birçok şirketin basın danışmanlığı görevini üstlendi. Film + sinema dergisine Türk sineması röportajları yaptı. Küçük Sinemacılar, Benim Trafik Kitabım, 'Çevremi Seviyorum' adı altında on iki tane ‘çevreci’, dört tane fantastik çevre temalı yirminin üzerinde çocuk kitabı bulunuyor. Sosyal medyada yolunu kaybeden bir genç kızın maceralarını anlattığı ‘Leylalı Haller’ yazarın ilk romanı. Kaşif Karınca ise beyaz yakalılara çocuk kafasıyla yazdığı ufak bir yaşam manifestosu özelliği taşıyor. TRT’ye çektiği ‘Bakış’ adlı bir kısa filmi bulunuyor. Halen aylık sinema dergisi cinedergi.com'un editörü, beyazperde.com ve öteki sinema yazarı. Kişisel yazılarını paylaştığı banubozdemir.com sitesi de bulunan yazar filmlerde ve festivallerde jüri üyesi olarak görev alıyor, filmlere basın danışmanlığı yapıyor, sinema ve kısa film atölyelerinde ders veriyor. Çocuklarla sinema ve çevre atölyeleri düzenliyor.

LEAVE A REPLY

Please enter your comment!
Please enter your name here

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.