1960’larda yaşamış gerçek isimlerle oluşturduğu kurmaca bir geçmişi kameraya alan Hollywood’un problemli çocuğu, Tarantino’nun son filmi Bir Zamanlar… Hollywood’da.

Film, 1969’da Tarantino’nun çocukluğunun geçtiği Los Angeles’ta anlatılıyor. Rick Dalton (Leonardo DiCaprio) o dönemdeki “Bounty Law” isimli kovboy dizisinin yıldızı. Ancak kariyeri sürekli içinde bulunduğu rollerle onun hayatını daha da zorlaştırıyor. Cliff Booth (Brad Pitt) ise onun dublörü ya da dublörden fazlası demek yanlış olmaz. Yakın arkadaşı, şoförü ve koruması. Film boyunca bu ikilinin birlikteliği onları ayrılmaz kılıyor.  Rick Dalton’un içinde bulunduğu çıkmaz ve çalıştığı acentedeki temsilcisinin (Al Pacino) verdiği tavsiye, onu filmin sonralarına doğru İtalya’daki Western filmlerinin yıldızı yapıyor.

Filmin büyük bir kısmında yaşanılanlar Şubat 1969’da geçiyor, ancak filmin sonralarına doğru hızlı bir geçiş yaparak filmin 8 Ağustos 1969’da devam ettiğini görüyoruz. Rick Dalton İtalya’ya giderek Western filmleriyle istediği başarıyı elde edip İtalyan eşiyle Hollywood’a geri dönüyor ve Cliff Booth ise her zaman olduğu gibi yanında. Filmin sonunda Manson kızlarının Cliff Booth’tan intikam almak için Rick Dalton’in evine gelerek herkesi öldürmeye çalıştıkları sahne ise tarihteki olaylara referans verirken yaşanılan trajikomik olaylar izleyenlerin yüzünde kocaman bir gülümseme bırakacağı kesin.

Film boyunca gördüğümüz 1960’ların sonundaki o renkli Hollywood sokakları ve bu pembe dünyanın arkasında yaşanan olaylar izleyenleri filmin bir parçası haline getiriyor, ki zaten Tarantino’nun da filminde vermek istediği etki bu. Tarantino’nun yaklaşımı ve ünlü yapımcı Robert Richardson’nun filmde oluştuğu büyülü etki başından sonuna kadar kendisini korumaya devam ediyor. Film izlendiğinde dönem filmi gibi gözükse de aslında onların amacı dönemin filmleri bu şekildeydi demek biraz da.

Film başından sonuna kadar episodik ilerliyor. (İzleyenlere Pulp Fiction’ı hatırlatacağı kesin.) Filmin büyük bir kısmında sadece Rick Dalton ve Cliff Booth’un yaşadıkları anlatılıyor gibi gözükmesine rağmen Sharon Tate ve eşi Roman Polanski ile olan hayatı ya da Manson ailesi kızlarının filmdeki yeri ise filmde kısmen farklı parçalar halinde görülüyor. Bu yüzden filmde bir bütünlük olacağı beklentisi olanlar için büyük bir hayal kırıklığı olacağı kesin, fakat film genel olarak bakıldığında trajik boyutlarla anlatımında derinlik kazanmış olsa da Tarantino bazı sahnelerdeki mizahi anlatımıyla filmi renklendirmeyi başarmış doğrusu.

Filmini büyük bir tutku ve kendine has kurgusal gerçekliğiyle ele alan Tarantino için film alışılanın ötesinde. Bruce Lee (Mike Moh), Steve McQueen (Damian Lewis), Roman Polanski (Rafal Zawierucha), Sharon Tate (Margot Robbie), James Stacy (Timothy Olyphant) gibi gerçek isimlerin filme verdikleri uyum ise tarifin ötesinde. Ayrıca Tarantino önceden de yaptığı gibi bu filmde de tarihsel bazı olaylara (Manson ailesi cinayetleri) değinmeye çalışsa da onları odak noktasının dışında bırakarak sadece mizahının bir parçası haline getirmiş gözüküyor.

Filmden bahsederken oyunculuğa değinmemek büyük bir eksiklik olur. Hollywood’un önemli isimlerinin yer aldığı filmde sadece Leonardo DiCaprio ve Brad Pitt’in oyunculuğu ön planda değil aslında. Film boyunca Al Pacino, Sharon Tate hayat veren Margot Robbie ise oyunculuklarıyla takdir edilmeye değer. Bazı film eleştirmenleri tarafında filmde düşünüldüğü kadar yer almamaları uzun süre tartışma konusu olmaya devam edecek, ancak filme verdikleri enerji ve renk onları filmde unutulmaz kılmaya da devam edeceğe benziyor.

Film, izleyen herkese farklı etkiler verecek kesinlikle ama yine de Tarantino’yu Tarantino yapan bir film olduğu kaçınılmaz bir gerçek. 9. filmi seyirciyle buluşan ünlü yönetmenin son filmi ne olacağı ise hala konuşulan bir gerçek.

 

1994, Mersin’in Tarsus ilçesinde doğdu. Küçük bir yerde yaşarken bile büyük hayalleri vardı uçsuz bucaksız. Yurtdışına gidecek ve oralarda okuyup kendini geliştirecekti. 2015 ve 2016 yıllarında Amerika’ya gitti. Çocukken izlediği Yeşilçam filmleri ona mutlu bir dünyayı aralarken üniversitede aldığı kültür çalışmaları dersiyle hayatın perde arkasını görmeye başladı. Her şeyin şekillendiği o yıllarda sinemaya her geçen biraz daha fazla gönül verdi. Oscar Wilde’n “Herkes bataklıkta yaşar ama bazılarımız yıldızlara bakıyor” sözünü kendine ilke edinip 2017’de bir çılgınlık yapıp umutları ve cebinde hayalleriyle Kanada’ya gitmeyi kafasına koydu. Yüksek lisans yaparak sinema dünyasını öğrenmeye kararlıydı. Bu gönül uğruna hiç düşünmediği bölümlerde okudu, hiç bilmediği işlerde çalıştı sırf Toronto’da kalmak ve sinema çalışmalarında yüksek lisans yapmak için. Bu koca dünyada tek başına mücadele ederken pes etmeye hiç niyeti yok. İçinde bitmek tükenmek bilmeyen öğrenme aşkıyla daha nelere el uzatacak bilinmez ama o içindeki çocuğu her gün izlediği ve izlemek için küçük kâğıt parçalarına not aldığı filmlerle besliyor. Hayat izledikçe güzel…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.