“Türkiye’de 2017 yılı içerisinde gösterime giren korku filmleri arasından bir en iyiler listesi yaptık. Bakalım korku sineması açısından nasıl bir vizyon senesi geçirmişiz?”

Geçtiğimiz sene, bir önceki seneye göre biraz azalsa da tam 22 tane yerli korku filmi gösterime girdi. Yabancı korku filmlerine baktığımızda ise toplam sayının 37 ile bir önceki seneye göre biraz daha artmış olduğunu görüyoruz. ABD yapımı korku filmlerinin hâkimiyeti her zaman olduğu gibi geçtiğimiz sene de sürdü. 37 filmin 20 tanesi ABD yapımı. Ortak yapımları da eklersek bu rakam 28’e çıkıyor. Gösterime giren yabancı korku filmlerinden ABD etiketi taşımayanların sayısı ise sadece 9. Bu durumda 2017 vizyonunun toplam korku filmi sayısı, 22’si yerli, 37’si yabancı olmak üzere toplam 59 ediyor.

Yerli korku filmleri cephesinde değişen fazla bir şey yok. Birkaç farklı deneme dışında cin filmleri furyasının peşine takılmış bir dolu “çöp film” gösterime girdi. Keza yabancı korku filmleri açısından da değişen fazla bir şey olmadı. En çok gişe yapan yabancı korku filmleri sıralamasında ilk 12 sırayı ABD yapımı filmler alıyor ve bunlardan 10 tanesi 100.000 seyirci barajını aşmış. Yerli filmlerin gişesinde ise önemli bir düşüş söz konusu. Alper Mestçi’nin Siccin 4’ü dışında 100.000 barajını geçebilen yerli korku filmi yok. Ayrıca Siccin 4, 476.880 toplam seyirci sayısı ile geçtiğimiz senenin en çok izlenen korku filmi olmayı da başardı. İkinci sırada 401.459 toplam seyirci sayısı ile Andy Muschietti’nin yönettiği It var.

Aşağıdaki listede 2017 yılında Türkiye’de gösterime giren 59 korku filmi arasından öne çıkanları bir araya getirdik.

The Autopsy of Jane Doe / Otopsi

The Autopsy of Jane Doe, adını “tek mekânda geçen unutulmaz korku gerilim filmleri” arasına şimdiden yazdırdı. Bugüne kadar çekilmiş en iyi buluntu filmlerden (found footage) biri olan Trollhunter (2010) ile tanıdığımız Norveçli sinemacı Andre Øvredal, son filmiyle bir hayli ses getirdi. Bir cinayet mahallindeki bodrumda yarı gömülü bir halde bulunan ve kimliği tespit edilemeyen çıplak kadın cesedine uygulanan otopsi, kökleri Salem cadı mahkemelerine dayanan, hiç umulmadık bir gizemin kapısını aralıyor.

Mother! / anne!

İlk filmi Pi’den (1998) itibaren heyecanla takip ettiğimiz Darren Aronofsky, gösterişli filmler çekmeye devam ediyor. Eleştirmenlerle seyircileri, bayılanlar ve nefret edenler diye ikiye ayıran Mother!, birden fazla okumaya açık yapısına rağmen aslında çok da farklı bir şey anlatmıyor. En büyüğünden en küçüğüne, herhangi bir yaratıcının yaşayacağı muhtemel süreçleri bütün boyutlarıyla ve olası en havalı şekilde yorumluyor. Muhteşem! Bütün oyuncular bir yana, Michelle Pfeiffer ayrı döktürüyor.

It / O

Daha açılış sekansında Georgie’nin başına gelenleri bütün çıplaklığıyla göstererek nasıl bir film izleyeceğimizin ilk sinyallerini veren It, öyle çok sık denk gelemediğimiz “iyi” Stephen King uyarlamaları arasındaki yerini aldı bile. Her bir detaya fazlasıyla önem verildiği hemen her sahnede hissediliyor, öyle ki Pennywise’ın merkezde olduğu korku kanadını bütünüyle filmden çıkarttığımızda geriye kalan büyüme hikâyesi bile tek başına yeterince ilgi çekici bir filme dönüşebiliyor. Daha önceki TV uyarlamasıyla illaki kıyaslamalar yapılacaktır ama bunun Pennywise karakteri özelinde yapılıp sinema uyarlamasına “kötü” demenin fazla fanatik bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Yoksa ben de Tim Curry’nin canlandırdığı Pennywise’ı Bill Skarsgard’ınkine tercih ederim ama bu durum film hakkındaki düşüncelerimi değiştirmiyor.

Life / Hayat

Alien’ın (1979) izinden giden Life, sağlam bir oyuncu kadrosuna sahip, iyi oynanmış, iyi çekilmiş, basit ama etkileyici bir film. Doğrudur, “aman öyle her bilmediğiniz şeyi çok fazla kurcalamayın”dan öte bir şey söylemiyor. Evet, hiç de öyle orijinal bir fikirden yola çıkmıyor. Ancak filmin asıl çekiciliği de bu basitliğinde. Heybesine gerekli gereksiz bir dolu mevzuyu doldurmadan, tek kelimeyle dümdüz olarak tanımlanabilecek öyküsüne odaklanıyor. Belki de bu sayede nefes almaya bile izin vermeyen temposunu final sahnesine kadar koruyor.

Green Room / Dehşet Odası

Murder Party (2007) ile dikkatimizi çeken, Blue Ruin (2013) ile kendine hayran bırakan Jeremy Saulnier’in yazıp yönettiği Green Room, bir dizi aksilik sonucu ırkçı dazlakların takıldığı bir barda hiç hesapta olmayan bir konser vermek zorunda kalan Ain’t Rights isimli punk rock grubu üyelerinin, tesadüfen şahit oldukları bir cinayet sonrası yaşadıklarını anlatıyor. Misafir oldukları barın daracık kulisine hapsolan grup üyeleri, bar sahibi ile yardakçılarının pala, pompalı tüfek, tabanca ve hatta dövüş köpekleri kullanarak gerçekleştirdikleri saldırıları püskürtmeye çalışıyor. ‘Home invasion’ (ev istilası) alt türünün kalıplarına biraz tersten bakarak kurulan yapı mükemmel çalışıyor. Grubun, Dead Kennedys’in hit parçalarından Nazi Punks Fuck Off’u dazlakların yüzüne karşı ‘cover’ladıkları an ise unutulmaz. Özellikle bilgisayara yüz vermeden kotarılan kanlı cinayet sahnelerinin çiğliğine dikkat!

Train to Busan / Zombi Ekspresi

Güney Kore’den çılgın bir zombi filmi! Daha önce The King of Pigs (2011) ve The Fake (2013) gibi animasyonları yöneten Sang-ho Yeon, çok beğenilen Train to Busan ile bilinirliğini iyice arttırmayı başardı. Train to Busan, dur durak bilmeyen aksiyonu ile özellikle “hızlı koşan” zombi sevenleri kolaylıkla tavlıyor. Ekstra bir not olarak yine Sang-ho Yeon’un yazıp yönettiği ve Train to Busan’da gerçekleşen olayların öncesini anlatan Seoul Station (2016) isimli animasyona da göz atmanızı öneririm.

Happy Death Day / Ölüm Günün Kutlu Olsun

Groundhog Day (1993) gibi birçoklarının favorisi olan bir komedinin “aynı günü tekrar tekrar yaşama” kalıbını alıp ‘slasher’ alt türü ile tokuşturan Happy Death Day, ilginç ve cesur bir denemeye girişiyor. ‘Slasher’ın alametifarikası gizemli bir maskeli katil ile hepsi feci şekillerde can veren kurbanlardır. Katil donesine olduğu gibi sahip çıkan film, kurban kısmında büyük bir değişikliğe giderek sayıyı bire çekiyor ve açılışı direkt final kızının ölümüyle yapıyor. Öldürüldüğü günü her gün tekrar yaşamaya başlayan final kızı, kâbusuna ancak katilin kim olduğunu bularak (ya da daha doğru bir deyişle final kızı kimliğine yakışır biçimde katili alt ederek) son verebileceğini anlıyor. Artık iyice yorulmuş bir alt türün kalıplarını -Scream (1996) kadar güçlü olmasa bile- bozup yeniden yapılandırmaya soyunan film, eğlenceli bir deneme olarak akıllarda kalacaktır.

Split / Parçalanmış

  1. Night Shyamalan’ın The Sixth Sense (1999) sonrası bir türlü rayına oturmayan, inişli çıkışlı kariyeri, Blumhouse yapım şirketi ile çalışmaya başladığından beri dengeye gelmiş gibi görünüyor. Önce The Visit (2015) ile kendinden umudu kesenleri şaşırtan Shyamalan, Split ile hâlâ atacak kurşunu olduğunu kanıtladı. Teşhis edilmiş 23 farklı kişiliğe sahip bir adamı canlandıran James McAvoy’un müthiş performansı da unutulmamalı.

Get Out / Kapan

İlk yönetmenlik denemesiyle büyük sükse yapan Jordan Peele, senenin en çok ödül kazanan filmlerinden birine imza attı. Get Out, siyahi bir gencin beyaz kız arkadaşının ailesiyle tanışmak üzere evlerine yaptığı ziyaretin tam bir kâbusa dönüşmesini anlatıyor. İzleyeni daha en baştan çok güçlü bir kuşku ve tedirginlik ağının içine hapseden film, hâlâ kökü kazınamayan ırkçılığın gölgesi altında yaşamak zorunda kalan siyahilerin tedirginliğini, korku türünün sağladığı geniş alandan faydalanarak abartılı bir dille yansıtıyor.

Scare Campaign / Kanlı Oyun

Tucker and Dale vs Evil tadında bir korku komedi olan 100 Bloody Acres (2012) ile hiç de fena bir başlangıç yapmayan Cairnes Kardeşlerin ikinci filmi Scare Campaign, eleştiri oklarını ahlaki çizgilerin iyice bulanıklaşmaya başladığı medya araçlarına yöneltiyor. Film, beş yıldır yayında olan ve filmle aynı adı taşıyan gizli kamera şakası programının geleceği, kafayı Masked Freaks adlı web sitesinde yayınlanan ‘snuff’ ayarında videoların milyonlarca kez izlenmesine takan kanal yöneticisi nedeniyle tehlikeye girince, programı daha da sertleştirmeye karar veren ekibin başına gelenleri, aşırı kanlı sahneler eşliğinde anlatıyor. Böylece eleştirdiği şeye dönüşme tehlikesiyle karşı karşıya kalsa da sağlam sürprizlerle şaşırtıcı olmayı başarıyor.

Murat Kızılca

1971 Beylerbeyi, İstanbul doğumlu. 2008 yılında Öteki Sinema ekibine katıldı. 2012-2013 yılları arasında Popüler Sinema için vizyon filmleri yazdı. Kasım 2013’ten itibaren aylık online sinema dergisi CineDergi için Bilinmeyen isimli köşeyi hazırlıyor. Kasım 2014’ten beri aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. Halen yazmaya devam ettiği Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.