İspanyol yönetmen Pedro Almodovar, tüm dünyada sevilen, işinde usta bir sanatçı. Filmlerinin aynı zamanda senaryosunu da yazan, “auteur” ünvanını hakeden, beyazperdede kendi imzasını atabilmiş yönetmenlerden o. 80’li yıllardan beri onlarca film çekmiş olan Almodovar’ın sinemasında olmazsa olmazları var. Bunlardan biri de karakterlerinin cinsel kimliklerinin altının her zaman fazla fazla çizili oluşu. Basmakalıp karakterler çizmez Almodovar. Kadınlar çoğunlukla dominant karakterler olmuştur onun filmlerinde. Bu yönüyle Hitchcock’un İspanyol şubesi olarak da anılmaktadır kimi zaman. Seksi, sıcakkanlı, iddialı Akdeniz kadınlarla tanıştırır bizi fakat aynı zamanda onların güçlü ve cesur hikayeleriyle, izleyiciyi rahatsız etmeyi, algıyı genelde düşünülmeyen yönlere çekmeyi sever.

Geçtiğimiz ay Uluslararası Adana Film Festivali’nde yönetmenin son filmi Julieta’yı izleme fırsatımız oldu. Üstüste gelen epey sarsıcı ve iddialı filmden sonra daha sakin bir melodramla karşı karşıyayız fakat elbette Julieta ile de bir, hatta birden fazla kadın üzerinden derdini anlatıyor Almodovar bize. Bu kez mizahı neredeyse olmayan, melodramı ise yüklü bir filmle karşı karşıyayız. Hal böyleyken çektiği onlarca filmde bizi nasıl kadınlarla tanıştırmıştı, onların aracılığıyla bize neler anlatmıştı, bir dönüp bakalım istedik, sondan başlayarak…

Julieta: 28 Ekim’de vizyonda izleme şansı bulacağınız filmin senaryosunu yönetmen Alice Mudro’nun üç öyküsünden esinlenerek yazmış Almodovar. Orta yaşlarında olan Julieta, sokakta uzun zamandır görmediği biriyle karşılaşıyor. Kendisinden bile sakladığı bir geçmişi var Julieta’nın, bir vicdan azabı, bir suçluluk duygusu var. Canı gibi sevdiği kızından ayrı ve karşılaştığı kadından kızıyla ilgili bilgiler alıyor, bunun üzerine hayatında o anda aldığı tüm kararları değiştiriyor. Kızının olduğu şehri terk etmemeye ve ona sayfalar dolusu mektup yazmaya karar veriyor. Filmin başrollerinde Emma Suárez, Adriana Ugarte, Rossy de Palma gibi isimler var. Filmde sürekli flashback’lerle Julieta’nın son 30 yıllık sürecini izliyoruz. Bu kez diğer filmlerindekine benzer dominant, sert, güçlü kadın profili çizmemiş yönetmen ilk bakışta. Bir kadın üzerinden bu kez sanki kayıpların ardından yaşadığımız çöküşleri, toparlanma çabalarımızı anlatmak istemiş. Fakat yine de kadın dayanışması ve eylemlerine yön veren kadın baskınlığı bir şekilde filmde yerini buluyor. Yönetmenin en iyi filmlerinden olduğunu söylememiz zor, fakat izlemeye değer bir yapım elbette, her şeyden önce sinematografisi ile, kurgusu ile, sanat yönetimi ile, aşina olduğumuz renk ve tasarım kullanımlarıyla göz alıcı, değerli bir yapım.

Volver: Almodovar’ın en çok bilinen filmlerinden biri. 2006 yapımı filmde başrolde Penelope Cruz’u izlemiştik. Güzel oyuncu Raimunda adında bir kadını canlandırıyordu. Fakirlik içinde yaşayan ailesine bakmak için canla başla çalışan, savaşçı karaktere sahip bir kadın. Kızkardeşiyle birlikte bir cenazede, ölmüş annelerinin hayaletiyle karşılaşıyorlar. Onu evine geri getiriyorlar. Hiçbir şey olmamış gibi hayat devam ederken hayatlarıyla ilgili pek çok sır açığa çıkıyor. Sıradışı bir film, sıradışı kadın karakterler. . Kadın dayanışması yine gözle görülür biçimde işlenmiş. Yönetmen bir röportajında: Bu filmle hayatın çıkış noktası kabul edilen annelik olgusuna geri döndüm, diyor. Bu filmde erkekler neredeyse yoklar. Olanlar da genelde zaaflarıyla resmedilmişler. Yine bir röportajda yönetmen şu detayı paylaşmış: “Ben Raimunda karakteri için son derece güçlü bir kadın portresi çizdim fakat Penelope, karaktere çocuksu bir kırılganlık da ekledi kendinden ve bu çok yerinde oldu. İspanyol sinemasında genelde kadınlar kısa boylu, şişman ev kadınları olarak resmedilir, ben İtalyan Sineması’ndaki Sophia Lauren’ler gibi görüntüleri örnek almayı tercih ettim. Raimundo’nun büyük popolu olması da önemli bir detaydı. Büyük popo bir yandan da hayatın ağırlığını hisseden bir kadının ruhunu yansıtan bir detay benim için. Bunun için Penelope’nin poposunu yapay olarak büyüttük biraz.” Yönetmen o yıllarda kadınların kendisini mizahi senaryolar yazmak konusunda esinlendirdiğini, erkeklerin ise ona trajediyi çağrıştırdığını söylemiş fakat Julieta’dan anladığımız kadarıyla bu hava biraz değişmiş gibi…

Kırık Kucaklaşmalar: 2009 yapımı filmde başrolde yine yönetmenin iyi arkadaşı, başarılı oyuncu Penelope Cruz var. Bu kez kadınımızın adı Magdalena. Senaryo yazarı Matteo (Lluis Homar) aşık oluyor Magdalena’ya ama Lena’ya aşık olan tek erkek o değil… Film takıntılarla, vazgeçilmez tutkularla ilgili aslında. Klasik Almodovar kurgusuyla 14 yıllık iki dönem arasında geliş gidişlerle devam ediyor Kırık Kucaklaşmalar ve beklenmedik sürprizleri önümüze seriyor beklenmedik anlarda. Melodram diyebileceğimiz film içinde mizah ve gerilim öğelerini de taşıyan enteresan ve davetkar bir yapım aslında. Cruz ise kendi dili olan İspanyolca’da yine oyunculuğunu çok daha başarılı sergiliyor duygusunu veriyor seyirciye.

Annem Hakkında Herşey: 1998 yapımı bir film. Madrid’te yaşayan yalnız bir anne olan Manuela, henüz 17 yaşındaki oğlunun doğumgününde hayatını kaybetmesine tanık olur. Oğlunun günlüğünü okuyan Manuela, Barcelona’ya gidip oğlunun babasını aramaya koyulur. Oscar ödüllü yapım, hem mizahi yönleri ağır basan hem de melodramın hakkını veren bir film olarak oldukça özel bir yere sahip. Manuela toplumun kadına biçtiği fedakar anne rolünü üstlenen bir karakter gibi görünür. Fakat kocasını terk etme sebebini ve çocuğunu yalnız yetiştirme cesaretini gösterişini algıladığımızda işler değişir. Manuela’nın kocası daha sonra travesti olmayı seçmiştir fakat kadının kocasını terk etme sebebi bu değil, aksine kendisine yönelttiği maço yaklaşımlardır. Filmde, travestilere karşı hâkim olagelen önyargılar tekrarlanmaz; tam tersi, egemen olan heteroseksüelliğin karşısında farklı cinsel yönelimlerin de hakkının olduğu vurgulanır. Annem Hakkında Her Şey’de dikkat çeken bir diğer kadın karakter rahibe ise bence Rosa. Rosa’nın rahibe olması onun bir travesti ile ilişki yaşamasını engellememiş durumda mesela. Bu filmde de erkekler tarafından hayatları altüst edilen kadınlar birbirlerine destek olarak ayakta kalırlar.

Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar: Muhteşem bir kara mizah örneğidir bu 1989 yapımı, içinde Antonio Banderas’ı da barındıran film. Film bir dublaj stüdyosunda çalışan Pepa ile Ivan’ın ilişkilerinin bitişini konu alır. Pepa’nın hayatı Madrid’de bir apartman dairesinde 3 farklı kadınla kesişir. Sevdiği adama ulaşma takıntısı olan bir kadın artık Pepa ve ruh durumu sinir krizi geçirecek kadar kötü durumda. Çevresi ve arkadaşları nedeniyle kendisini curcuna dolu olaylar silsilesinin içerisinde buluyor. Pepa karakteri filmin başında Ivan’ın sebep olduğu yıkıntıdan sağ salim çıkıyor. Pepa artık bir erkek ve onun istekleri peşinden koşan bir kadın değil, kaderini kendi yazan, özne konumunda bir kadın. Almodovar bazı filmlerde olduğu gibi kadınların fetişleştirilmesinden kaçınarak kadını anlatının öznesi haline getiriyor. Filmde sinir krizinin eşiğindeki bir başka karakter ise oyunculuk yapan Candela mesela. O da Almodovar’ın tüm kadın karakterleri gibi tutkularının peşinden giden bir kadın. Filmde Ivan ve oğlu Carlos dışında hikâyeye yön veren başka erkek karakter yok adeta.

Almodovar filmleri hem kadınlar hem de cinsel azınlıklar için egemen ideolojiye bir başkaldırıdır. Julieta ilk bakışta her ne kadar zayıf ve çöküntü yaşamış kadını anlatıyor gibi görünse ve diğer filmlerine oranla daha az cesur yükselmelere sahipse de, temelde kadını yine merkez almış ve etken kılmıştır. Yürü be Pedro!

MELİS ZARARSIZ

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.