Yüzüklerin Efendisi gibi sinema tarihine geçmiş bir başyapıt serisini, dünyanın en çok izlenen dizisi Game of Thrones ile karşılaştırılmaya çalışıldığını (illa bir şeyleri kıyaslama hastalığımız mevcut, memleket dâhilinde) ve hatta daha da abartılarak, bu bizim müthiş dizi, o şişirilmiş üçlemeyi ezer gibi abuk sabuk çıkarımları gördüğümde, ben de mevzu hakkında bikbikleyeyim, üzerine bir şeyler karalayayım dedim, hani doğrusunu söylemek gerekirse… Taht Oyunları (Game of Thrones) kitabı daha çıkmadan, Sibel Alaş, Twitter’dan mesaj atmıştı, bir kitap çeviriyorum, tam sana göre, inanıyorum sen seversin diye. Ne yalan söyleyeyim, kitapları hiç okumadım, ancak altıncı sezonuna giren diziyi, anlamlar yüklemeden, izleme işini ritüele çevirmeden, keyifle seyrediyorum.

Evlilik programı, Survivor, nasıl büyülenmişçesine izleniyorsa, ahaliyi kilitliyorsa ekrana, Game of Thrones da bambaşka bir kitle tarafından, aynı muamele maruz kalıyor. Hayranlık, şaşkınlık verici bir şeye dönüşüyor. Günlerce bir kelime oyunu üzerine konuşuyor, yazıyor, tek amacı kapı tutmak olan bir karakterin ölümüne ağlıyorlar. Hodor aşağı, Hodor yukarı, rahmetli Hodor, canımız Hodor… Vay arkadaş! Akrabası vefat etse, bu kadar üzülmez, yasa girmiş çoktan, bu sanal acıyla yetinmiyor, sanki merasim kıtasına eleman arıyor. Evlerden ırak, sündürdükçe uzayan Arka Sokaklar dizisindeki tipleme için düşünülen ve binlerce kişinin katılırım dediği cenaze töreni gibi, bir etkinlik dahi yapacaklar da, işte çekiniyorlar. Ya Hodor, ateist veya Zerdüşt ise, gör cümbüşü, Reyiz, kızar, herkesi tefe koyar, maazallah. Memleket resmen yangın yeri, ülkenin doğusunda, birkaç ayda 11 bin daire yıkılmış, yakılmış, yok olmuş, insanlar ölüyor, gerçek insanlar, derdimize bak!

Şimdi efendim, tarihi işleri, epik hikâyeleri, fantastik ürünleri, çok severim. Ne çıkarsa bahtıma der, seyretmeyi denerim. Tolkien Amcamızın yarattığı “Orta Dünya”, çocuklar için oluşturulmuş Hobbit (1937) öyküsünü es geçerseniz, 1957 tarihli. Yani yaklaşık 60 yıllık bir destan bu, iyiler ve kötüler belli, griye pek yer yok, seks satar diye de cinselliğe yüklenilmemiş, karakterler özgün ve unutulmaz. Yani neymiş? Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tolkien’in hakkını da Tolkien’e verecekmişiz. Hah! Zaten Game of Thrones’un yaratıcısı George R. R. Martin, Tolkien hayranıyım diyor, etkilendiğini, esinlendiğini ve öykündüğünü saklamıyor. Bu durumda sizlere ne oluyor? Neyse… Boş boş durmaktansa, üzerine düşünmek, kafa yormak, gidişata veya finale dair iddialar yumurtlamak iyidir, kafa açar.

Şimdi bizlere yeni pencereler açan Jules Verne ve H.G. Wells’i bu ortama katmadan, serüveni, kurgubilimi pek çözemeyiz. Jules Dedemiz, zaten malumunuz. Herbert George Wells Büyük Amcamız ise, Dünyaların Savaşı, Görünmez Adam, Dr. Moreau’nun Adası ve Zaman Makinesi ile gelecek kuşak yazarların resmen gözlerini açtı. Zaman Makinesi’ni okuyan biri, dediklerimi anlar, kimler etkilenmiş, nerelerde karşımıza çıkmış, anında onaylar. İlk bilimkurgu dergisini kuran Hugo Gernsback da yabana atılır bir büyüğümüz değildir ha, adını anmadan geçmeyelim.

Gelelim, 30 yaşında aramızdan ayrılan ve gencecik yaşında yeni bir dünya yaratan Robert E. Howard’a… O, Tanrı Crom’un afacan kulu Barbar Conan’ı, 1932’de yarattı. Yani neymiş? Tam 84 yıl önce, bakın Tolkien’den bile evvel, 26 yaşında bir genç adam, fantastik bir evrenin kapılarını açmış, sonuna kadar. Mitra, Isthar, Set, Ymir, bakınız tanrılar bile aklımda kalmış. Şunu bilin ki prensim diye başlayan efsane, sandaletli ayağıyla, tüm imparatorlukları çiğnemeye yemin etmiş, çelik bilekli bir yiğidi anlatır. Evet, hala en sevdiğim çizgi roman Conan’dır, kılıcıyla kesemediği hiçbir şeyden korkmayan deli adamdır. Bir başka düşün ve yazın devi Howard Phillips Lovecraft’ı da unutmayalım, hatırı kalır, ayıp olur.

Yukarıda bahsetmiştim, tarihi şeyleri severim, gerçek veya gerçeküstü fark etmez. Vikings dizisini de başladığı günden beri, takip ediyorum. Kral Ragnar Lothbrok ve onun çılgın maceralarını izlemek, hayli zevkli. Kuzeyli Barbarlar, Odin ve Valhalla aşkına Paris’i kuşatırken, gemilerini karadan yürüttüler. Güncel mevzu diye aklıma geldi, ooo gençler coştu, bir kısım, Fatih Sultan Mehmet Han’dan araklamışlar dedi, bir başka cenah, lan arkadaş, bu olay, İstanbul’un fethinden önceydi diye karşılık veriyor, ortalık panayır yeri, anlayacağınız. Seyredin işte canım be, sizler tarihçi değilsiniz, kurgusal bir şey üzerinden kavga çıkartmak da neyin nesi, belgesel olsa, hadi onu anlarım, kurgu bu, kurmaca yani, oturmuş birileri yazmış, biri çekmiş, birileri oynamış, bu kadar basit. Özetle; derdimizi seveyim.

Gelelim Yedi Krallığa ve meşhur Kışşşşş Geliyoooooo takıntısına… Yazın yediğin hurmalar, kışın nokta nokta tırmalar, en nihayetinde… Her türlü entrikayı ortaya dök, hile hurda can simidin olsun, sürekli plan yap, arkadan iş çevir, mikser gibi ortalığı karıştır, taht için yapmadığın pislik, kurmadığın tuzak kalmasın, sonra suçlu Ak Gezenler olsun… Bu Ak Yürüyenler tayfasına politik bir anlam yüklemeyeceğim, o devirde duble yol da yok zaten, Marmaray da namevcut… Eee o halde, ne duruyoruz, kefenleri giyelim, sandıklara tüneyelim. Şaka la şaka, neyse işte, bu garip elemanlar, bir tür üstün güçlü zombi özetle, başlarında da ulu lider Gece Kralı var (harbiden komedi gibi gardaşım, bu bizim boynuzlu kovboyumuz Kinowa’nın, reenkarnasyon ile atanmış hali be), etraflarında da tonla hareketli ceset ve istikamet tüm gezegen, yersen.

Kargalar, kuzgunlar, kurtlar, ejderhalar ise hayvanlar âlemi olarak, meseleye dâhil oluyorlar. Dalga mı geçiyorsun, adam mı seçiyorsun diye sorarsanız, alay sevmem, ironi bebeyimdir, mavra iyidir iyi derim. Yahu canım ciğerim, on dizi çekilecek konuyu ve karmaşayı, bir diziye yüklersen, tonla şeyi anlatmak isteyip, kırk küsur dakikadan oluşan 10 bölümcük halinde, zerk etmeye çabalarsan, bünye isyan eder, haliyle… Ya şunun süresini uzatın, ya da bölüm sayısını çoğaltın. Bazı bölümler iyi, diğerleri niye cacık gibi? Çünkü sığmıyorlar peliküle, kadrajdan taşıyorlar. Sırasını bekleyen kahramanlar ve anti-kahramanları unutuyorum bazen, bu kimdi be diyerek, kendimi dürtüyorum, yanıt yok. Milyonlarca dolar döküyorsun, mangırları ayakkabı kutusuna mı koyuyorsunuz nedir, bazı sahneler, amatörlükten kendini mıncıklıyor çünkü. Neymiş, ejderha göreceğiz diye, bekle dur! Hah! Bol bol meme, arada da pipi, seks, alkol, uyuşturucu ve rakın rol! Baştan dedik, siyaset meydanı gibi, yedi krallık, sonra gelsin politik manevralar, din, erk ve seks. Oh ne güzel! Benim için sorun yok, tribüne oynayan muhafazakâr cenahtan değilim, namus bekçisi hiç değilim, çok şükür.

Sonra iyi mi kötü mü olduklarına karar veremediğim Starklar, artık onların olmayan yuvaları Kıştepesi… Bu yılan hikâyesinin çıkış noktası… Kuzey’in hamisi bu arkadaşlar, sonra sur mu, duvar mı bir şey var, onun da gece nöbetçileri var, men in the black diyorum onlara, yani siyah giyen adamlar. Herkes hayatını yaşarken, gününü gün ederken, kafasına göre takılırken, nöbetçi ahalisi, bildiğiniz çile çekiyor, yabanileri uzak tutmaya didiniyor. Abooo yabaniler hep kötü, hep çirkin, yalana gel! Altın kalpli özgür halk bunlar, buldunuz zavallı yoksulları, ezin durun bakalım. Lakin fakirlerin de isyan hakkı var canım kardeşim, hatta devler de kadrolarında.

Elbette Jon Snow, bu şamatanın kilidi, sanırım herkesin yükünü, gönüllü üstlenmek gibi maharetleri mevcut, doğru yoldasın delikanlı, böyle de devam et. Westeros’un Demir Taht’ı, herkesin rüyası, çoğunun kâbusu, uğruna nice canlar yitti gitti, oluk oluk kan döküldü. Lanetli midir nedir? Lanisterler, tahtın sahibi, onlar zaten ayrı âlem. Ensest, hinlik, kötülük ne ararsan var (Tyrion Lannister, seni ayrı tutuyoruz birader, içli adamsın, saksısı çalışan adamsın). Targaryenler’i unuttum sanmayın, sevgili Khaleesi, Daenerys Targaryen, atalarının tahtını almadan huzura ermeyecek, o ejderhaların annesi, şimdi bir sürü lakabı var, tek tek sayamam, üşendim, kusura bakmayın. Baratheonlar, Greyjoy hanesi, Martell hanedanı, Tully sülalesi, Arryn ailesi, Lord Varys, Lord Petyr Baelish, Davos Seaworth… Of, of, of… Liste uzar gider, bu yazıya sığmaz.

Neyse sadede geleyim ve bağlayayım. Game of Thrones (GOT), epik fantezi ayağına, gündelik hayatı bize yediriyor, iyi de yapıyor. Dünyevi şeyler, zaten Ormanın Çocukları, ejderhalar, Ak Yürüyenler, devler, büyücüler, resmen destek ünitesi gibi, yardımcı kadrodalar, akıl çelmek dışında, bir hünerleri yok, yani mesele insanlara dair. Savaşlar, hırs, intikam, aşk, nefret, iktidar, hepsi biz doğanın bir numaralı düşmanı insanlara ait. Yüzüklerin Efendisi ise insanlar dışında diğer varlıklarıyla da ve elbette tanrılarıyla, mitolojik bir deneme, en nihayetinde. Tüm bunların müsebbibi Büyük İzmirli Homeros’tan başkası değildir, İlyada ve Odesa destanlarının derleyicisi abimiz olmasa, fantezi dünyamız bu denli çeşitli olmaz, kısır kalırdı. Hiç kuşkusuz. Tarihin Babası Bodrumlu Heredot, gücenir şimdi, onu da anımsatmamak olmaz. Özetle insanın, fantastik tutkusu, hayli eski, çok eski… Yani; Eski Mısır’a selam, Gılgamış’a da hürmetler!

Alper Turgut, Adana’da doğdu, üniversitede gazetecilik okudu. Uzun seneler, çeşitli gazetelerde çalıştı, farklı alanlarda görev yaptı, sendikacılıkla uğraştı. Sonra bir gün (Haziran 2006), şans eseri, çocukluk aşkı sinemaya bulaştı, işte o tarihten beridir, filmler üzerine düşünmeyi, konuşmayı ve yazmayı sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.