Alfred Hitchcock günümüzde ne kadar değerli görünürse görünsün yaşadığı dönemde -özellikle ilk yıllarında- çok ciddiye alınmayan bir yönetmen olarak bilinir. Sinemanın geleceğini tümüyle etkileyen ve nevi şahsına münhasır sinemasıyla gerilimin efendisi olarak anılan Hitchcock, sinemanın dünü, bugünü ve yarınıdır. Filmlerini çekildiği dönemde izleyemenin üzüntüsünü yaşayan sinefiller için Hitchcock’un konu alındığı belgeseller paha biçilemezken, bir diğer usta yönetmen François Truffaut’un kendisiyle yaptığı röportajdan derlenen bir belgeseli izlemek tarif edilemez bir deneyim; adeta, zamanda yolculuk keşfedilmiş ve ilk iş olarak Alfred Hitchcock ile tanışma fırsatı bulmuşuz gibi…

François Truffaut’un Alfred Hitchcock ile 3 gün boyunca yaptığı ve 1966 yılında yayımlanan kitabından, Kent Jones tarafından belgeselleştirilen Hitchcock/Truffaut sinemanın yaşayan usta yönetmenlerine “bu kitap ve Alfred Hitchcock sinemanızı nasıl etkiledi?” sorusunu soruyor. Wes Anderson’dan David Fincher’a Amerikan, Peter Bogdanovich’ten Kiyoshi Kurosawa’ya dünya sinemasının usta yönetmenleri Hitchcock sinemasının üzerlerindeki etkisini heyecanlı bir dille anlatıyorlar. Yönetmenlerin bu anlatımı, uzun süre beklediğimiz bir filmi izledikten sonra yaşadığımız heyecanla, aramızda yaptığımız sinefil sohbetlerini anımsatıyor.

François Truffaut’nun Hitchcock sinemasından etkilenmesi üzerine, gerilimin efendisi ile yaptığı röportajdan yola çıkan bir belgesel olmasına rağmen Kent Jones, belgeselde hem Truffaut’ya hem de Hitchcock’a eşit oranda yer vermeye gayret gösteriyor. Özellikle iki yönetmenin ortak yönlerinin bulunması son derece dikkat çekiciyken, bu ortak özelliklerin filmlerden sahnelerle beslenmesi belgeseli anlattığı yönetmenleri ele almasının yanı sıra sinemasal anlamda da değerli kılıyor. Seyirciyi düşünmeye iten ve her şeyden önemlisi çağdaşlarından ayıran özelliği de burada başlıyor. Bir sinemacının başka bir sinemacıyı “örnek baba modeli” olarak görmesi, onu değerli kılmayı başarabilmek uğruna büyük çaba göstermesi belgeseli sıradanlıktan çıkartarak, iki büyük yönetmen üzerine okuma yapabilmeyi mümkün kılan bir esere dönüştürüyor.

 

Peki, belgesel bunu nasıl yapıyor? Kısaca açıklayacak olursak her iki yönetmenin de çocukluklarında babalarıyla olan ilişiklerinin anlatıldığı bölüm 400 Blows’dan görüntüler eşliğinde sunuluyor. Bu her iki yönetmenin çocukluğunu dramatize ediyor etmesine lakin, Jones, bu sahne ile seyircinin belgesel ile kurduğu bağı kuvvetlendiriyor. Bir otobiyografi olma özelliği de taşıyan 400 Blows’un Truffaut’nun çocukluğu olduğunu arka fonda belgesel akarken düşünmek, Fransız yönetmen ile Hitchcock arasındaki bağın da güçlü olduğuna inanmamızı, bir adım öteye taşıyacak olursak öyle olduğunu ümit etmemizi sağlıyor. Belgesel, Hitchcock’un ne kadar büyük bir yönetmen olduğunu anlatmanın yanı sıra onun büyüklüğünü tüm dünyaya anlatmaya kafaya takmış olan Truffaut’nun değerini de anlamamızı sağlıyor. Hangi yönetmeni ya da hangi yönetmeninin filmlerini daha fazla sevdiğimizin bir anlamı kalmıyor, her iki yönetmen de eşit şekilde değerli kılınıyor.

 

Hitchcock/Truffaut belgeselinin belki de en zayıf noktası Hitchcock filmlerinin diğer yönetmenler tarafından ele alındığı bölüm. Yönetmenlerin, Hitchcock sinemasının kendi filmleri üzerindeki etkisini anlatmaları etkileyici lakin, belgeselin ve yönetmenlerin bu filmleri analiz etme gibi bir misyonu olmamasına rağmen anlatımın zaman zaman bu yöne kayması ve bu bölümlerin yavan kalması belgeselin sıradanlaşmasına sebep oluyor. Martin Scorsese’nin, Hitchcock’un başyapıtı olan Psycho’yu anlattığı bölümler ile örnekleyecek olursak filmin önemli sahneleri ile ilgili çok temel ve daha önce onlarca kez söylenmiş olan bilgileri tekrar etmesi seyir zevkini azaltıyor. Açıkçası, anlatıcı Scorsese olunca daha etkileyici ve daha önce duyulmamış detaylar beklemekle pek de haksız sayılmayız. Yine de tüm bu olumsuz taraflarına rağmen usta yönetmenlerin Vertigo’dan The Man Who Knew Too Much’a etkilendikleri filmleri, heyecanla anlattıklarını izlemek damakta leziz bir tat bırakıyor. Bu tat, tüm bu yönetmenlerin filmlerini tekrar izleyip, filmlerindeki Hitchcock esintilerini keşfetme arzusu uyandırıyor.

 

Son tahlilde Hitchcock/Truffaut bir sinefil belgeseli. Filmden çıktığınız anda içinizde sırasıyla önce Hitchcock sonrasında ise Truffaut’un tüm filmlerini izlemek için karşı koyamayacağınız bir his oluşacak. 35. İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir diğer yönetmen belgeseli olan De Palma ile kıyaslayacak olduğumuzda, Hitchcock/Truffaut bu konuda çekilen bir belgeselin nasıl çekilmesi gerektiği konusunda çağdaşlarına da ders veriyor.

Ne diyelim, iyi ki varsın Hitchcock, iyi ki varsın Truffaut, iyi ki varsın sinema!

Utku Ögetürk

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.