Ian Fleming’in 1952 yılında yarattığı ve 1953 – 1964 yılları arasında casusluk romanlarını yazdığı karakter James Bond’un ete kemiğe büründüğü ilk yapım 1954 yapımı 50 dakikalık Tv filmi Casino Royale’di.

Bond’u ilk kez Barry Nelson’un canlandırdığı yapım, Fleming’in 1953’te yazdığı, Bond serisinin ilk romanı olan Casino Royale’den uyarlamaydı. Bond’un sinemaya uyarlanıp dünyanın en uzun soluklu film serisi haline gelmesi ise 1962 yılına kadar bekledi. Fleming’in özellikle Dr. No, From Russia with Love ve Goldfinger romanlarıyla dünya çapında bir üne kavuşmasıyla birlikte bu romanlar sırasıyla beyazperdeye uyarlanmaya başladı. Cary Grant ve David Niven’ın da aralarında bulunduğu birçok isimle anlaşma sağlanamayınca seçmelerde o sıralar pek tanınmayan Sean Connery, ilk resmi Bond olarak seçildi. Ian Fleming, hayalindeki Bond karakterinin Sean Connery olmadığını ısrarla vurgulasa da, ilk Bond filmi Dr. No’yu izledikten sonra Connery’e haksızlık ettiğini düşünmüş, hatta Connery’nin İngiliz değil İskoç olmasından dolayı Bond karakterinin geçmişine yeni özellikler eklemiştir.

1 milyon dolar gibi mütevazi bir bütçeyle çekilen ilk Bond filmi Dr. No’nun 60 milyon dolara yakın gişe başarısının ardından diğer bestseller kitaplar olan From Russia with Love (İstanbul’da çekilen ilk Bond filmi) ve Goldfinger çekilmiş, bütçelerin üzerine her filmde sadece birer milyon dolar daha eklense de gişe geliri 125 milyon dolara kadar ulaşmıştır. İlk 3 Bond filmi her daim serinin en iyileri arasında gösterilecektir, zira Connery’nin hayat verdiği Bond ikonu, dünya çapında bir fenomene dönüşmeye başlamıştır. Dördüncü Bond filmi Thunderball ile bir önceki film Goldfinger’in bütçesi üçe katlanmıştır, zira filmin büyük bölümü su altında geçmektedir. 141 milyon dolarlık gelirle o ana kadarki en iyi gişe yapan Bond filmi olsa da, ilk üç film kadar başarılı sayılmamıştır Thunderball. Su altı sahnelerinin epey uzun tutulduğu eleştirileri gelse de, bir Bond filminde diyalogsuz sahnelerin uzunluğu ve su altında çok karakterli dövüş sahnelerinin bulunması o ana kadar görülmemiş bir şeydi. Beşinci Bond filmi You Only Live Twice, heyecan verici sahneleriyle keyifli bir aksiyon klasiği olmasına rağmen, Japon oyuncuların fazlalığından olsa gerek (Hollywood ve Uzak Doğu oyuncuları bileşimi çoğu zaman iyi sonuçlar vermez) ilk 5 Bond filmi içinde en az sevileni oldu ve ilk defa Bond filmleri gişede yükselişten düşüşe geçmeye başladı. 1967’de You Only Live Twice ile birlikte ilk Bond romanı olan Casino Royale, James Bond’un isim hakkını elinde tutan EON Productions’un sözleşmesinin yasal boşluklarından faydalanarak çekilen ilk (resmi olmayan Bond filmi) oldu. Bond filmlerini ti’ye alan ve tamamen parodiye yaslanan Casino Royale, 12 milyon dolarlık bütçesiyle Thunderball’ın da üzerine çıktı ve resmi olmayan, üstelik bir Bond filmi bile olmayan, “kitsch” atmosferdeki saçma bir parodinin o ana kadar çekilen en pahalı Bond filmi olması gibi tuhaf bir durum oluştu. Casino Royale’de Bond’u daha önce resmi Bond olması için anlaşılamayan David Niven’ın canlandırması, hatta filmde Woody Allen’ın da oyuncu olarak yer alması gibi ilginç durumlar mevcuttu.

Beş filmin ardından Bond olmayı bırakan Sean Connery’nin ardından yeni Bond olması için yapımcı Albert Broccoli, Timothy Dalton’a teklif götürse de Dalton’un çok genç olması (23 yaşında) sebebiyle yeni arayışlar başlamıştır. Broccoli, bir kuaförde tanıştığı ve daha sonra bir reklamda fark ettiği George Lazenby ile yeni Bond filminin başrolü olması konusunda anlaşır. On Her Majesty’s Secret Service, en iyi Bond filmlerinden biri olmasına ve Bond’un tarihinde ilk defa evlilik yapması gibi radikal kararlar almasına rağmen seyircinin o zamanlar yeniliklere açık olmaması (Bknz: Thunderball) ve Lazenby’nin “Bond” olarak beğenilmemesi, İngiliz değil Avustralya aksanına sahip olması gibi faktörler sebebiyle gişede epey düşüş yaşamıştır. Bunun ardından Lazenby tekrar anlaşma yapmamış ve Bond’u sadece tek filmde canlandırmış olarak tarihe geçmiştir.

Bond serisinin kötü gidişatına dur demek için Connery kadar seyirciye uzun soluklu hitap edebilecek bir aktör bulunana kadar yeni film için Connery geri çağrıldı. Diamonds are Forever’da son kez resmi olarak Bond olan Connery, serinin çizgisini biraz düzelterek temelli ayrıldı. 1973’te Live and Let Die ile yeni Bond ilk defa gerçek bir İngiliz olan Roger Moore tarafından canlandırılmaya başlandı. O zamana kadar en çok izlenen Bond filmi olmayı başaran filmle beraber yüzler güldü ve Roger Moore ile uzun soluklu bir seri başlamış oldu. Filmin başarısının hemen ardından çekilen The Man with the Golden Gun ise o ana kadar çekilen en sinematografik Bond filmi olmasına ve Christopher Lee’nin gerçekçi, güçlü kötü adam kompozisyonuna karşı gişede hüsrana uğradı. Seyircinin hala yeniliklere açık olmadığı, Bond’u sadece bir eğlence çizgisinde gördüğü, gerçekçi değil, abartılı ve bol mizahlı bir Bond portresi görmeyi istediği belliydi. Çekilen son dört Bond filminde de 7 milyon dolar gibi standart bir bütçe tutturulmuş, her filmde benzer stüdyo çekimleriyle ilgi yitirilmeye başlanmıştı. Dokuz resmi Bond filmi çekilmesine karşı hala en yüksek bütçeli Bond filminin resmi olmayan “Casino Royale” parodisi olması üzerine düşünülmesi gerekiyordu ve seriye 3 yıl boyunca ara verildi. 1977’de The Spy Who Loved Me ile bütçe iki katına çıkarılarak aksiyon dozu daha arttırıldı ve bu hamle izleyicide epey olumlu karşılık buldu. 187 milyon dolar gişeyle Bond’un çizgisi adeta uzaya fırladı. Uzaya fırlamış diye espri yapalım derken yapımcılar bunu oldukça ciddiye almış olacak ki, Bond’u uzaya(!) taşımaya karar verdiler ve bütçeyi birden 34 milyon dolara yükselterek çok ciddi olduklarını da gösterdiler. Uzayda geçen Moonraker ve ardından gelen For Your Eyes Only filmleri ile gişede 200 milyon dolar hasılatın üzerine çıkıldı. Roger Moore, artık 54 yaşına gelmesi sebebiyle son filmden sonra Bond’u bırakmayı düşündü ama yapımcılar onunla devam etmek isteyince Bond’un çöküşü tekrar gelmeye başladı. Önce 1983’de Octopussy ile gişede bir gerileme başladı. Aynı yıl yasal boşluklarından yararlanılarak çekilen ikinci resmi olmayan Bond filmi “Never Say Never Again” ortaya çıktı ve bu filmin başrolünde eski Bond Sean Connery oynuyordu. Never Say Never Again’in neredeyse Octopussy kadar gişe yapması yapımcıları şaşırttı. İkisi de Bond’un efsaneleri olmasına rağmen James Bond, 56 yaşındaki Roger Moore ve 53 yaşındaki Sean Connery ikilisine hapsedilince gençlerin ilgisi azalmaya başladı. Yaşları sebebiyle koşturup, zıplarken komik duruma düşmeye, dublör üstünde dublör kullanmalarıyla iş zıvanadan çıkmaya başlamıştı. Buna rağmen 58 yaşına gelen Roger Moore’a hala yeni bir Bond filmi çekilince (A View to Kill) bunun gişede karşılığı hüsran oldu ve Moore, Bond olmayı bıraktı.

Bond serisini tekrar diriltmek için radikal kararlara ve yeni bir Bond’a ihtiyaç vardı. Yapımcı Broccoli, o sıralar tanıştığı Pierce Brosnan’ı Bond olarak istese de, Brosnan oynadığı “Remington Steele” adlı dizide kontratı olduğu için oynayamadı. Bu yüzden 22 yaşında teklif götürülüp çok genç olduğu için vazgeçilen Timothy Dalton, 41 yaşında yeni Bond oldu. Dalton, Ian Fleming’in yarattığı Bond karakterine belki de en çok uyan isim olmasına rağmen Bond olma serüveni 40 milyon dolar bütçeli iki film The Living Daylights ve Licence to Kill ile sınırlı kaldı. Dalton, oldukça ciddi ve karanlık bir Bond portresi çizmeyi tercih etti ve yer aldığı yapımların senaryosunun da bu şekilde olması konusunda yapımcılara baskı yaptı. Öyle ki, Dalton’un Bond’uyla, Moore’un Bond’u arasında fersah fersah fark vardı. Moore döneminde iyice saray soytarısına dönüşen, bir ajandan çok playboy gibi takılan Bond, fantastik ve mizah dozajı iyice yüksek bir görünüm kazanmıştı. Bond uzayda, Bond denizde, Bond ormanda, Bond kay kay yaparken, Bond sevişirken, Bond tarot falı baktırırken, Bond büyü bozarken gibi filmlerle ciddiyetini iyice kaybetmeye başlayan serinin Dalton dönemine geçişi, izleyicide kuşkusuz Joel Schumacher’in karnavala çevirdiği Batman’inden Christopher Nolan ciddiyeti ve karanlığına geçtiği dönem gibi bir etki yaratmıştır. Fakat süper kahraman ve ajan filmlerinin 2000 sonrasında gerçekçi, karanlık ve sert bir açılım kazandığını düşünürsek, 1987’deki izleyici için bu çok erkendi ve hala yeniliklere açık gözükmüyorlardı. Bu yüzden The Living Daylights gişede kısmen başarılı olsa da, Licence to Kill ile düşüş başladı. İzleyici profili, Timothy Dalton’un soğuk ve mesafeli Bond profiline alışamadı. Bunun üzerine seriye tam 6 yıl ara verildi. Dalton, yeni senaryo bir türlü gelmeyince Bond olmayı bıraktığını açıkladı.

1995 yılında Bond’un sinema serüvenine tekrar devam edilmesi kararı alındı. İzleyicinin ilgisini tamamen geri kazanmak ve yeni bir Bond serisi başlatmak uğruna radikal değişiklikler yapıldı. Önce Sean Connery ve Roger Moore zamanındaki gibi devamlılık sağlayabilecek karizmaya sahip bir oyuncu olan Pierce Brosnan ile anlaşıldı. 40 milyon doları hiçbir zaman aşmayan bütçe 60 milyon dolara çıkarıldı. “M” karakteri ilk defa bir kadın oyuncu, Judi Dench tarafından canlandırılmaya başlandı. 16 Bond filminin memur yönetmenleri haline gelen Terence Young (94’te hayatını kaybetti), Guy Hamilton, Lewis Gilbert ve John Glen ile tamamen yollar ayrıldı. Serinin her filminin farklı bir yönetmenle çekilmesinde karar kılındı. 1995’de vizyona giren Goldeneye, 353 milyon dolar hasılat elde ederek o güne kadar 200 milyon dolar hasılatı geçemeyen seriyi adeta yeniden diriltti. İzleyici Pierce Brosnan’ı Bond olarak sevdi. Bu başarının ardından yapımcılar Bond’u ayakta tutmak için gereken şeyin daha fazla aksiyon ve bütçenin her seferinde artması olarak karar kıldılar. Öyle ki, 1997’de Roger Spottiswode imzalı Tomorrow Never Dies ile bütçe neredeyse ikiye (110 milyon dolar) katlandı ve yine Goldeneye kadar gişe yaptı. 1999’da Michael Apted’in yönettiği The World is Not Enough, bir kısmı İstanbul’da çekilen ikinci Bond filmiydi. Bütçe artmaya, aksiyon artmaya ve gişe artmaya devam etti. 2002’de vizyona giren Lee Tamahori imzalı Die Another Day ise kuşkusuz en çok tartışılan Bond filmi oldu. 142 milyon dolar bütçesiyle aksiyonu iyice abartan film, fantastiğin de cılkını çıkarmaya, işi “görünmez araba(!)”lara kadar götürmeye başladı. Üstelik görünmez arabayı karakter görmüyor ama izleyici beyaz bir muşamba varmış gibi görüyordu! Madonna’nın Bond şarkısı kuşkusuz filmden de meşhur oldu, klibini milyonlar izledi, şarkının Bond serisine uygun olup olmadığı tartışıldı, abartının artık Bond serisine zarar vermeye başladığı konuşuldu, serinin “Bond filmi” kalıbından çıkıp klişe aksiyon filmlerine dönüşmeye başladığı eleştirileri geldi.

Bond’un güncelliğini koruması için tekrar yeni bir yön çizilmesinin vakti gelmişti. Önce Pierce Brosnan seriden ayrıldı. 80’lerin sonunda Timothy Dalton’un getirmeye çalıştığı sert, karanlık ve gerçekçi Bond’un zamanı gelmişti. 2002’de Doug Liman’ın The Bourne Identity ile, 2004’te Paul Greengras’ın The Bourne Supremacy ile casus filmlerine, 2005’de Batman Begins ile Christopher Nolan’ın süper kahraman filmlerine getirdiği bu yorumun izleyicide olumlu karşılıklar alması ile karar verildi. Yeni Bond olması için o kadar çok isim söylenmeye başladı ki, yapımcı Michael G. Wilson ellerinde 200 isimlik bir liste olduğunu açıkladı. Bu liste içinde en çok konuşulan isimler Clive Owen, Hugh Jackman, Julian McMahon, Henry Cavill, James Purefoy, Eric Bana ve Gerard Butler’dı. Fakat bu aktörlerin hiçbirinde karar kılınamadı ve aniden Daniel Craig yeni James Bond olarak açıklanınca resmen kıyamet koptu. “Sarışın Bond mu olur?”, “Bond dediğin yakışıklı olur ama bu adam çirkin”, “Bond olmak için boyu kısa”, “İngilizden çok Ruslara benziyor” gibi sayısız yorumların ardı arkası kesilmedi. Ne yağlı ve kıllı Sean Connery’e benziyordu, ne de her an bir kadın gelse de öpsem muzipliğindeki Roger Moore’a. Kaslı, bakımlı, fit, tüysüz, soğuk, mesafeli ve çirkin karizması olan bir Bond’du o. Gel gelelim ki, Daniel Craig herkesi utandıracak derecede güçlü ve keskin bir Bond portresi ortaya koyarak çağa çok yakıştı ve eski Bondların hepsinden de Bond olmaya yakıştığına dair onayı aldı. “Eğer bir yerleriniz morarmamışsa Bond’u oynamayı hak etmemişsiniz demektir” diyerek çoğu sahnede dublör kullanmayı reddetti. Yeri geldi yaralandı, omzu çıktı, hastanelik oldu. Cesareti hayranlık uyandırıcı ve saygı duyulasıydı.

Yapımcılar yeni bir başlangıç için Dalton sonrası dönemde Bond’u adeta yeniden dirilten Martin Campbell’ı tekrar görev başına çağırdı ve Campbell, yapımcıları yanıltmayarak gelmiş geçmiş en iyi Bond filmlerinden birine imza attı. 150 milyon dolar bütçesine karşılık 593 milyon dolar gişe yapan film, Bond’un insani duygularına, psikolojisine, karanlık tarafına önem veren yeni bir serinin başlangıcı oldu. Casino Royale, Bond’un ilk defa bir kadına gerçekten aşık olması (Vesper Lynd) bakımından da devrimci bir yöne sahip oldu. Bu “yeniden diriliş”in ardından 22. Bond filmi Quantum of Solace, 230 milyon dolar gibi akıl almaz bir bütçeyle yola çıktı ve yönetmenlik koltuğuna Marc Forster oturdu. Bütçenin aşırı artışı sebebiyle aksiyon sahneleri, Casino Royale’de oluşturulan gerçekçi yapı düzleminden sapıp abartılı hamlelere yönelmeye başlayınca Quantum of Solace pek başarılı bulunmadı, zira artık Brosnan zamanlarına dönmek isteyen yoktu. Film, 586 milyon dolar gişe yapsa da, bütçenin devasa boyutlara çekilmesi belirli bir zararı da beraberinde getirdi. Ardından yılların şirketi MGM (Metro Goldwyn Mayer), 4 milyar dolarlık borçla iflasın eşiğine gelince 23. Bond filminin çekilemeyeceği konuşulmaya başlandı. MGM, ümidini Hobbit serisinin ve Bond’un yeni filmine bağlamaya karar verdi, bu esnada bazı sıkıntılar çözüldü derken yönetmen koltuğuna American Beauty, Revolutionary Road gibi önemli filmlerin yönetmeni Sam Mendes getirilince beklenti yükseldi. 23. Bond filmi Skyfall, 200 milyon dolarlık bütçeyle yola çıktı. Yönetmenliği ve özellikle Roger Deakins imzalı görüntü yönetimi o kadar üst düzeydeydi ki, kuşkusuz hiçbir Bond filmi bu kadar iyi yönetilmemiş ve bu kadar sinematografik olmamıştı. İlk 15 dakikalık harika aksiyon sekansının tamamen İstanbul’da çekilmesi bizi ayrıca ilgilendirirken, radikal değişiklikler yine kendini gösterdi. Filmin sonunda 1995’den beri “M” rolünü üstlenen Judi Dench seriden ayrıldı ve yerine Ralph Fiennes getirilerek eski günlere geri dönüş için göz kırpıldı. Naomie Harris’in “Moneypenny” olarak tanımlanması da büyük bir özlemi dile getirirken, Bond ve Javier Bardem’in canlandırdığı Silva arasında eşcinsel açılımlar hissettiren şu diyalog Bond tarihi açısından alınan en radikal hamlelerden biriydi. “- Her şeyin bir ilki vardır. – İlk defa olduğunu nereden biliyorsun? – Oh, Bay Bond!” Adele’nin “Skyfall” şarkısı ise adeta Madonna’nın Die Another Day’da yaptığını da katlayarak filmin ününün katlanmasına epey katkı sağladı. Öyle ki, gelmiş geçmiş en iyi Bond şarkısı olduğunu düşünenler hiç de az değil. Skyfall, 200 milyon dolarlık bir filme göre sanatsal yönünün epey güçlü olması ve aksiyon sahnelerinin diğer Bond filmlerine göre daha minimum yer almasına rağmen 1 milyar dolar gibi inanılmaz bir hasılata ulaşarak efsane bir başarıya imza attı. Öyle ki, 23 Bond filminin toplamının maliyeti 1 milyar dolar ederken, sadece Skyfall 1 milyar dolar hasılat getirdi. Bütün Bond filmlerinin hasılatı ise toplamda 6 milyar doları geçti.

Yeni Bond filmi Spectre ise ülkemizde 6 Kasım’da vizyona girecek. Bütçesinin 300 milyon doları aştığı ve sadece havaya uçurulan özel üretim 7 otomobil için 36 milyon dolarlık bir bütçe ayrıldığı söyleniyor. Ayrıca 148 dakikalık süresiyle tüm zamanların en uzun süreli Bond filmi. Monica Bellucci’nin 51 yaşında Bond kızı olması, Lea Seydoux’un Bond kızı olarak epey harika gözükmesi ve Christoph Waltz’un Bond kötüsü olarak getirdiği yorum elbette merak konusu. Daniel Craig, Spectre’den sonra bir film daha anlaşması olmasına rağmen artık Bond’u oynamak istemediğinden bahsediyor ve bu aralar sürekli isyanlarda gözüküyor. Sürekli radikal değişimler arayan yapımcıların yeni Bond’un bir siyahi oyuncu tarafından canlandırılması ihtimalini düşündükleri konuşuluyor. Özellikle Idrıs Elba’nın adı sıkça geçmekte ve daha şimdiden belli bir destekçi kitlesi kazanmış durumda. Geçtiğimiz günlerde ise Spectre’nin oyuncularından Andrew Scott, “Gay Bond niye olmasın?” diye bir açıklama yaptı. Açıkçası şimdilik neler olacağını kestirmek pek mümkün değil ama Bond’un sinemadaki maceralarını içeren bu güzel serinin bir ömür boyu devam etmesi en büyük dileğimiz elbet.

Yazarın kişisel Bond sıralamaları;

En İyi 10 Bond Filmi

  • Casino Royale
  • Skyfall
  • From Russia with Love
  • Goldfinger
  • On Her Majesty’s Secret Service
  • Licence to Kill
  • The Spy Who Loved Me
  • The Man with the Golden Gun
  • You Only Live Twice
  • Thunderball

Bonus: Dr. No

     En İyi Bond

  • Daniel Craig
  • Timothy Dalton
  • Sean Connery
  • Pierce Brosnan
  • Roger Moore
  • George Lazenby

 

En İyi Bond Kızları

  • Honey Rider – Ursula Andress (Dr. No)
  • Anya Amasova – Barbara Bach (The Spy Who Loved Me)
  • Pussy Galore – Honor Blackman (Goldfinger)
  • Vesper Lynd – Eva Green (Casino Royale)
  • Countess Teresa di Vicenzo – Diana Rigg (On Her Majesty’s Secret Service)
  • Tatiana Romanova – Daniela Bianchi (From Russia with Love)
  • Xenia Onatopp – Famke Janssen (Goldeneye)
  • Goodnight – Britt Ekland (The Man with the Golden Gun)
  • Carole Bouquet – Melina Havelock (For Your Eyes Only)
  • Tanya Roberts – Stacey Sutton (A View To a Kill)

Bonus: Berenice Marlohe (Skyfall)

 

En İyi Bond Kötüleri

  • Silva – Javier Bardem (Skyfall)
  • Francisco Scaramanga – Christopher Lee (The Man with the Golden Gun)
  • Goldfinger – Gert Frobe (Goldfinger)
  • Ernst Stavro Blofeld – Telly Savalas (On Her Majesty’s Secret Service)
  • Red Grant – Robert Shaw (From Russia with Love)
  • Ernst Stavro Blofeld – Donald Pleasence (You Only Live Twice)
  • Oddjob – Harold Sakata (Goldfinger)
  • Le Chiffre – Mads Mikkelsen (Casino Royale)
  • Jaws – Richard Kiel (The Spy Who Loved Me)
  • Franz Sanchez – Robert Davi (Licence to Kill)

 

En İyi Bond Şarkısı

1) John Barry – On Her Majesty’s Secret Service (sözsüz müzik)

2) Adele – Skyfall

3) Tina Turner – Goldeneye

4) Shirley Bassey – Goldfinger

5) Garbage – The World is Not Enough

6) Chris Cornell – You Know My Name

7) Tom Jones – Thunderball

8) A-Ha – The Living Daylights

9) Sheryl Crow – Tomorrow Never Dies

10) Nancy Sinatra – You Only Live Twice

 

En İyi Bond Jenerikleri

  • Skyfall
  • Casino Royale
  • Die Another Day
  • Goldeneye
  • Goldfinger

Bonus: On Her Majesty’s Secret Service

Halil İbrahim Sağlam

 

 

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.