1962 doğumlu yönetmen David Fincher, Seven (1995) ve Fight Club (1999) filmlerinden bu yana Hollywood’un popüler yönetmenlerinden biri haline geldi. Her filminde tarzını ortaya koydu ve kendi “auteur” sinemasını yarattı. İlk filmi olan Alien 3 (1992)’te stüdyo ile yaşadığı tartışmaları hatırlarsak günümüzde yapımcıların kapmak istediği bir yönetmen olan Fincher’ın geldiği nokta ortada. Kendisi gibi esasında popüler kültüre hitap eden filmler yapan fakat kendi tarzıyla ismini ve markasını yaratan Christopher Nolan’la karşılaştırılır hep. “Fincher mı daha iyi, yoksa Nolan mı?” sorularına ya da “Fincher ve Nolan usta yönetmen mi?” tartışmalarına sık sık rastlamanız mümkün. İkisinin birbirinden temel farkı ise Nolan’ın çektiği her filmin senaryosuna da imza atması (Insomnia hariç), Fincher’in ise bugüne kadar hiç senaristliğinin bulunmamasıdır.

David Fincher filmlerinin dünyada büyük bir hayran kitlesi olduğunu ve “Fincher kötü film yapmaz” düşüncesinde yönetmenin filmografisinin tamamının iyi filmlerden oluştuğunu savunan binlerce kişiye rastlamak mümkün. Buna rağmen kişisel olarak Fincher’ı bir yönetmen olarak çok sevsem de sıralama olarak bir vasat film, bir başyapıt şeklinde filmler ortaya koyduğunu düşünüyorum. Buna neden olan en büyük sebep ise kuşkusuz Fincher’ın her seferinde farklı senaristlerle çalışması. Dolayısıyla Aaron Sorkin, Andrew Kevin Walker, James Vanderbilt ve Jim Uhls gibi senaristler Fincher’ın dünyasını anlayıp başyapıtlarını oluşturmasına büyük katkı sağlayan isimler olurken, Eric Roth, David Koepp, David Giler ve Steven Zaillan gibi senaristler ise daha Hollywood normlarına uygun, geleneksel senaryolarıyla Fincher’ın fark yaratan kimliğinin düşmesine sebep oldular.

En son 2011’de The Girl with the Dragon Tattoo filmine imza atan David Fincher’ın son filmi Gone Girl, 10 Ocak 2014’te ülkemizde vizyona girecek. Ben Affleck ve Rosamund Pike’ın başrollerinde yer aldığı yapım hakkında yurtdışındaki izleyiciler ve sinema yazarlarından gelen yorumlar ise oldukça olumlu. Fincher’ın bir vasat, bir başyapıt film çektiği varsayımımı göz önünde bulundurursak çoğu kişinin tatmin olmadığı Ejderha Dövmeli Kız filminin ardından Gone Girl’ün çok iyi bir film veya başyapıt olması gerekiyor. Filmin her şeyi açıklıyor gibi gözüken fragmanı moral bozsa da Fincher’ın ters köşe yapacağını her zaman düşünmek mümkün. Gone Girl’ü beklerken Fincher sinemasının bugüne kadar nasıl bir yol izlediğini tüm filmografisine göz atarak yakından gözlemleyelim.

Alien 3 (1992)

Ridley Scott’ın başlattığı ve James Cameron’ın devam ettirdiği ilk iki Alien filminin ne kadar çok sevildiği malum. Dolayısıyla hem başarılı iki filmin hem de Scott ve Cameron gibi kendini ispat etmiş yönetmenlerin üzerine ilk filmine imza atacak olan adı sanı duyulmamış bir David Fincher’in ortaya çıkması soru işaretleri yaratmıştı. Fincher, her ne kadar ileride kendine has olacağını belli eden tuhaf ve ürkütücü atmosferinin sinyallerini verse de Alien 3 serinin en zayıf halkası olarak kabul edildi. Bu kuşkusuz Fincher için kötü bir çıkıştı fakat 3 yıl sonra çekeceği “Seven” ile sinema tarihine geçecek bir polisiyeye imza atarak kendini herkese ispatlayacaktı.

Seven (1995)

“David Fincher” denildiğinde akla gelen ilk iki filmden biri olan Seven, hem Fincher sinemasının hem de polisiye türünün başyapıtlarından biri olarak sinema tarihine adını yazdırmayı başardı. Brad Pitt ve Morgan Freeman’ın unutulmaz performanslarıyla hayat bulan Dedektif Somerset ve Mills karakterleri efsaneleşirken “yedi ölümcül günah” üzerine şekillenen senaryosuyla güçlü bir polisiye – gerilim örneği ortaya çıktı. Karanlık ve kasvetli atmosfer yaratımıyla, yağmurun hiç durmadığı bir şehir tasviriyle birçok filme esin kaynağı olurken asıl sürprizini seri katili canlandıran Kevin Spacey’in adını jenerikte dahi geçirmeyip finalde şok etkisi yaratarak gerçekleştirdi. “En İyi Kurgu” dalında Oscar’a aday olan film toplamda 28 ödüle layık görüldü.

The Game (1997)

“Seven” gibi bir başyapıttan sonra kendisi hakkındaki beklentileri iyice yükselten Fincher, iki yıl aradan sonra Michael Douglas ve Sean Penn’in yer aldığı The Game ile geri döndü. Gizemli bir gerilim filmi yapısı kuran Fincher, “yaşananlar oyun mu yoksa gerçek mi?” ikilemi içinde bırakan senaryosuyla karakterini ve dolaylı olarak izleyiciyi paranoyaya sürüklemeyi amaçlıyordu. Seven’daki sürpriz final uygulamasını burada da gerçekleştirmek isteyen Fincher, oldukça vurucu olabilecek bir final fikrini mantıksal açıdan hatalı, izleyicinin zekasını hafife alan bir finalle heba edince film tüm önemini yitiriyordu. Yönetmenlik anlamında kendini ispat etmesine rağmen Seven’dan sonra yine düşüşe geçen Fincher’ın dönüşü ise iki sene sonra Fight Club ile muhteşem olacaktı.

Fight Club (1999)

Fincher’ın yeraltı edebiyatının kült romanlarından Chuck Palahniuk imzalı “Fight Club”ı yönetmesi kariyeri açısından bir zirve noktası oluşturdu. Brad Pitt, Edward Norton ve Helena Bonham Carter akıllardan çıkmayacak performanslarıyla sinema tarihine önemli karakterler hediye ederken film sabun, kırmızı deri ceket, gözlük gibi objeleriyle ve “Dövüş Kulübü’nün ilk kuralı, Dövüş Kulübü hakkında konuşmamaktır.” gibi replikleriyle kulaktan kulağa yayıldı. İlk başlarda pek bilinmeyen kült bir yapım olmasına karşın bu kulaktan kulağa yayılma durumu sayesinde o kadar popülerleşti ki, günümüzde sinemayla alakasız insanların bile bildiği ve başyapıt ilan ettiği bir film haline geldi. Her izleyişte yeni detayların ve çözümlemelerin keşfedileceği derinlikte bir film olan Fight Club, “En İyi Ses Kurgusu” dalında Oscar’a aday oldu ve toplamda 7 ödüle layık görüldü.

Panic Room (2002)

Fincher, Seven ile yükselip The Game ile yaşadığı düşüşün aynısını bu sefer Fight Club ve Panic Room arasında yaşadı. Sinema tarihine geçen bir başyapıtın ardından Panic Room ile filmografisinin en zayıf filmine imza atan Fincher, bu sefer Jodie Foster, Forest Whitaker ve bir hayli küçük Kristen Stewart ile çalıştı. Ağırlıklı olarak bir evin içinde geçen ve klostrofobik atmosfere sahip bir gerilim yapısı içeren film, sıradan bir yönetmen tarafından çekilseydi belki bu kadar “vasat” olarak adlandırılmazdı. Fakat karşımızda iki başyapıt ortaya koyan ve kendisinden büyük filmler bekleten David Fincher olunca film sıradan bir gerilimden öteye gidemedi. Fincher’ın senaryo içinde sürprizleri seven tavrı ise filmin sıradanlığı karşısında The Game’in finali gibi kaybolup gitti.

Zodiac (2007)

Panic Room’daki düşüşünün ardından film çekmeye beş yıl ara veren Fincher, bu süre zarfında dersine çok iyi çalışmış olacak ki kanımca filmografisindeki en iyi filme imza attığı Zodiac ile geri döndü. Eski bir karikatürist ve yazar olan Robert Graysmith’in romanından uyarlanan film, gelmiş geçmiş en azılı seri katillerden biri olmasına rağmen kimliği bilinmeyen ve hiçbir zaman yakalanamayan “Zodiac katili”ni eksenine alıyordu. 13 yıl boyunca Zodiac katilini bir saplantı haline getiren Robert Graysmith’i Jake Gyllenhaal canlandırırken, Robert Downey Jr. polis muhabiri, Mark Ruffalo ise müfettiş rolünde bu çok katmanlı hikayeyi derinleştiren karakterler oldular. Fincher, Zodiac ile en karanlık atmosferlerinden birini yaratarak unutulmaz bir polisiye ve bilmece başyapıtına imza atmasına rağmen film Fight Club ve Seven kadar hak ettiği değeri göremedi.

The Curious Benjamin Button (2008)

Seven, Fight Club ve Zodiac ile üç başyapıt ortaya koymasına rağmen bu filmlerin Oscar ödüllerinde aday bile olamamasının temel sebebi Fincher’ın “Akademi” kafasına oynamayan, tür filmlerine kendine özgü yorumunu katan tavrıydı. F. Scott Fitzgerald’ın kısa öyküsünden senaryolaştırılan Benjamin Button ise Fincher’ın “Artık Oscar alma zamanım geldi” diye düşünerek tamamen Akademi’nin ilgisine yönelik epik bir aşk ve yaşam hikayesi çekme isteğinin ürünü oldu. Fitzgerald’ın incelikli hikayesinden eser olmayacak bir şekilde uyarlanan film, Eric Roth’un baştan yanlış bir tercih olarak nitelendirebileceğimiz senaryosuyla büyük hayal kırıklığı yarattı. Roth, “70 yaşında doğup bebekliğe doğru hayat süren bir adam” gibi muazzam bir fikri “bu hayatı dünyada hiç kimse tarafından fark edilmeden, normal bir insan gibi yaşayan adam” fikrine dönüştürüp risksiz ve kolaycı bir yönteme kaçınca yaratıcı olabilecek tüm unsurların kaybolmasına sebep oldu. Buna rağmen beklenildiği gibi film 13 dalda Oscar’a aday olup 3 Oscar ödülü sahibi oldu ve toplamda 66 ödül kazandı fakat Fincher kendisini Fincher yapan unsurlardan ödül uğruna iyice uzaklaşmış oldu.

The Social Network (2010)

Fincher, “her düşüşün bir çıkışı var” dercesine ilerleyen filmografisinde bu sefer The Social Network ile tekrar zirveye çıkmayı başardı. Facebook’un kuruluş hikayesini ele alan biyografik bir filme imza atan Fincher, filme son derece hakim üst düzey yönetmenliğiyle biyografik filmlerin klasik hikaye yapısını görsel, işitsel ve kurgusal dokunuşlarla adeta bir sinema şölenine dönüştürdü. Günümüzün en iyi senaristlerinden olan Aaron Sorkin’in unutulmaz diyaloglarla dolu senaryosuyla, Trent Reznor ve Atticus Ross’un filmin etkisini artıran harika müzikleriyle, Kirk Baxter – Angus Wall ikilisinin yenilikçi kurgusuyla ve Jesse Eisenberg’in hafızalardan çıkmayacak derecede etkili Mark Zuckerberg performansıyla hatırlanacak olan film, Fincher filmografisinin şimdilik son başyapıtı olmayı başardı. Fight Club ve Seven gibi herkes tarafından sevilmeyen, bu yüzden adını Zodiac ile beraber anacağımız The Social Network, 8 dalda Oscar’a aday olup senaryo, kurgu ve müzik dallarında Oscar ödülüne layık görülürken toplamda 152 ödül alarak müthiş bir başarıya imza attı.

The Girl with the Dragon Tattoo (2011)

Stieg Larsson’un çok satan karanlık polisiye üçlemesinin ilk halkası olan “Ejderha Dövmeli Kız”, Niels Arden Oplev’in 2009 tarihli oldukça başarılı İsveç yapımı uyarlamasıyla tanınmış ve Lisbeth Salander’le adeta özdeşleşen Noomi Rapace tarafından oldukça iyi canlandırılmıştı. Filmin Hollywood versiyonunu Fincher’ın yönetecek olması kitabın hayranlarını sevindirecek bir durumdu, zira Fincher “karanlık polisiye” denildiğinde onu ustalıkla beyazperdeye yansıtabilecek nadir isimlerdendi. Fincher yine kendine has kasvetli atmosferini güçlü bir şekilde yansıtsa da “son derece karanlık, şiddet içerikli ve görkemli” olduğu söylenen film ne yazık ki İsveç yapımının karanlığının da, şiddetinin de, görkeminin de altında kaldı. Daha çok unutulmaz açılış jeneriğiyle ve müzikleriyle hatırlanacak olan bu yeni “Ejderha Dövmeli Kız”ın en büyük sorunu Rooney Mara ve Daniel Craig arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanıyordu. Bu durum orijinal filmdeki kanlı canlı karakter yaratımlarına kıyasla çok daha ruhsuz, soğuk ve poz odaklı başrol performanslarına sebebiyet verdi. “En İyi Kurgu” dalında Oscar ödülü sahibi olan film toplamda 25 ödüle layık görüldü.

Halil İbrahim Sağlam

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.