Sinemanın arıza yönetmeni Lars von Trier, her daim tartışmalar yaratan, şiddeti ve cinselliği en net şekliyle gözler önüne seren, yıllar geçmesine rağmen hala konuşulmaya devam eden filmlere imza attı.

Avrupa üçlemesindeki farklı sinemasıyla dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı fakat asıl olarak 1995’de Cannes Film Festivali’nde “yeni bir akım başlatıyoruz” diyerek elindeki Dogme95 manifestosu kağıtlarını havaya fırlatıp ortadan kaybolmasıyla sansasyonlar yaratacak filmlere imza atan çılgın bir yönetmen olacağına dair fitili ateşlemişti. O günden bu yana Dogme95 olgusunu her ne kadar manifestosunun kurallarına hiçbir zaman tam olarak bağlı kalamasa da filmlerinde hep kullandı. Kimilerince deli, kimilerince sapık olarak nitelendirildi, dahiyane diyenler de oldu, kadın düşmanı diyenler de, ırkçı diyenler de… Geçtiğimiz yıl Cannes’da “Hitler’i anlıyorum” demesi ve bunun üzerine festivalden kovulması, bu yıl ise üzerinde “Persona non grata / İstenmeyen adam” yazılı bir t-shirtle Berlin Film Festivali’ne katılması tartışmaları tekrar alevlendirdi. Trier’in ilgi çekmeye çalışarak filmini pazarlamak istediğini iddia edenler kadar buna ihtiyacı olmadığını, çılgın kişiliği gereği gayet doğal davrandığını savunanlar da oldu. Kimileri çok sevdi, kimileri nefret etti ama bir şekilde “Trier sineması” tüm sinefillerin üzerine tartışmaktan keyif aldığı bir filmografi oldu.

Trier’in Berlin’de tartışmalar yaratan son filmi Nymphomaniac, Şubat ayında ülkemizde !f İstanbul kapsamında iki bölüm halinde gösterildi. 14 Mart’ta birinci bölümü, 21 Mart’ta ise ikinci bölümü Türkiye’de vizyona girecekken sansür kurulu tarafından uygun bulunmayıp ülkemizde gösteriminin yasaklanması tartışmaları tekrar alevlendirdi. Bunun üzerine İstanbul Film Festivali Nisan ayında fili festivalde tekrar gösterme kararı aldı. 7 saatlik süresi önce 5,5 saate, ardından 4 saate indirilen ve ikiye bölünen Nymphomaniac vesilesiyle Trier’in tartışmalı filmografisini baştan sona ele almak kaçınılmaz oldu. Gelin beraber Trier’in bugüne kadarki filmografisine ve dönüşümüne tanıklık edelim.

Element of Crime (1984)

Lars von Trier’in ilk filmi olma özelliğini taşıyan “Suç Unsuru”, aynı zamanda kariyerine üçlemeyle başlayacak bir yönetmenin gelişini müjdeliyordu. Avrupa üçlemesinin ilk ayağı olan film, suç-polisiye türünün kalıplarını aykırı bir şekilde yeniden düzenliyor, hayalle gerçek arasında seyreden bilinçaltı tabanlı bir kurgu yaratıyordu. Kafkaesk bir yapı içerisinde Avrupa eleştirisine soyunan Trier, rahatsız edici baskınlıktaki sarı-kahve-turuncu renkleri arasında seyreden renk skalasının etkisiyle hipnoz etkisi yaratan kasvetli ve gizemli bir atmosfer inşa ederek ilginç bir yönetmen olacağının sinyallerini vermeye başlıyordu.

Epidemic (1987)

Avrupa üçlemesinin ikinci halkası olan filmde Trier, gerçek hayatın kurgusal düzlemiyle sinema kurgusunu birleştirip birbiri içine geçen iki hikaye oluşturuyordu. Bazen paralel ilerleyen, bazen ise birbiriyle hiç alakası olmayan bu hikayeler psikoanalitik ögelerle doluydu ve dışavurumcu bir etki taşıyordu. Suç Unsuru’ndaki hipnoz ve bilinçaltı ögelerine yine başvuran Trier, yarattığı kabus atmosferi ekseninde sinematografik gerçekliği sorgulatan çarpıcı bir idealizm eleştirisine imza atıyordu. Trier’in filmde bizzat rol alıp söylediği şu kelimeler ileride filmografisinin ne kadar sert olacağını gözler önüne seriyordu. “Film dediğin ayakkabının içine kaçan taş gibi olmalıdır!”

Europa (1991)

Trier, üçlemesinin adıyla aynı adı taşıyan “Avrupa” ile bu sefer siyah-beyaz bir filme imza atıyor, kurgunun gidişatına göre bazı sahneleri renklendirerek teknik anlamda yine yenilikçi bir işe imza atıyordu. 2. Dünya Savaşı sonrasında geçen hikaye, siyasi ve toplumsal mesaj kaygılı Rus filmlerini anımsatıyordu. Trier, anlatı tekniklerine işleyen hipnotik etkisini yine hissettirmesine rağmen bu sefer saykodelik bir psikolojik gerilimden ziyade mizahi yönünü de ortaya çıkaran bir melodrama imza atarak şaşırtmaya devam ediyor ve üçlemesini sonlandırıyordu.

Breaking the Waves (1996)

Avrupa üçlemesinden sonra çok farklı bir filmografiye girişen Trier, “Dalgaları Aşmak” ile en uzun filmine imza atıyordu (159 dk). Üçlemesinin vazgeçilmezi olan hipnoz, bilinçaltı ve psikolojik gerilim etkisini bir kenara bırakıyor, sabit kameradan ve çeşitli aydınlatma tekniklerinden vazgeçiyordu. Breaking the Waves, din, inanç, cinsellik, fedakarlık, günah ve merhamet olgularını sorgulayan oldukça yalın ama bir o kadar dramatik ve etkileyici bir aşk filmiydi. Trier, artık sonraki filmlerinin vazgeçilmezi olan hareketli kameraya geçiyor, kamera ve kurgu kurallarını umursamıyor, cinsellik ve Hristiyanlık bağlamında felsefe üretmeye devam ediyordu. Bu geçiş süreci Breaking the Waves ile Cannes’da “Grand Prix” almasıyla güzel başlasa da Trier için aykırılık çanları çalmaya başlayacak ve Dogme manifestosu, tartışmalar, skandallar derken Cannes’da Antichrist ile yuhalanmasına, Melancholia ile de festivalden kovulmasına varacak bir süreci tetikleyecekti.

Idioterne / The Idiots (1998)

“Dogme95” manifestosunun 1995’te açıklanmasına rağmen ortada hala bir Dogme filmi olmaması “filmi olmayan akım” şeklinde eleştirilere ve esprilere neden olmaya başlamıştı. Trier ise manifestodan üç yıl sonra ilk iki Dogme filminden biri olan (ilki Vinterberg’in aynı tarihli Festen’i) Idioterne’ye imza atmıştı ama manifestonun 10 kuralından ikisini yıkmak zorunda kalmıştı. Stüdyo filmlerine ve blockbuster anlayışına bir başkaldırı niteliğinde sade ve gerçekçi bir filme imza atan Trier, gerçek cinsel birleşme sahnelerine imza atınca pornografi suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı. Deli taklidi yapan bir grup insanın hikayesini anlatan film, toplumsal baskıları ve tabuları eleştiriyor, finalinde de çarpıcı bir dramatik yapı oluşturuyordu.

Dancer in the Dark (2000)

Trier’in bu sefer filminde ünlü bir müzisyen olan Björk’ü oynatmasına ve yine Dogme95 çekim tekniği ekseninde oldukça dramatik bir öykü anlatmasına karşı bunu müzikal sahnelerle desteklemesi şok etkisi yaratıyordu. Kuşkusuz, bir müzikal hiç bu kadar garip olmamıştı! Birey ve toplum ilişkisini irdeleyen film ahlak, suç, güven, masumiyet, adalet kavramları üzerinde duruyor ve içinde yaşadığımız adaletsiz, çarpık düzene Amerika üzerinden eleştiri oklarını yönelten bir trajedi sunuyordu. Trier’in diğer filmleriyle kıyasladığımızda meselesini ve tavrını en dolaysız şekilde ortaya koyan filmi olan “Karanlıkta Dans”, ağlattıran bir Trier filmi olarak kayıtlara geçti.

Dogville (2003)

Trier, geçmişteki Avrupa üçlemesinin ardından bu sefer “Fırsatlar Ülkesi– Amerika” üçlemesinin ilk ayağına Dogville ile çarpıcı bir şekilde imza atıyordu. Trier sineması için bir dönüm ve zirve noktası niteliğindeki Dogville, 178 dakikalık süresiyle Trier’in en uzun filmiydi. Sanat yönetiminin neredeyse sıfırlandığı, zaman ve mekan olgusunu yok eden, yabancılaştırmada doruk noktasına çıkan Brechtyen tiyatro yaklaşımı, Dogme95 çekim stiliyle birleşince ortaya devrimci bir film modeli çıkıyordu. Ahlak kavramı üzerinden insan doğasının sistematiğini gözler önüne seren film, haksızlığın, sömürülmüşlüğün ve ahlaksızlığın neden olduğu intikam duygusunu körükleyen finaliyle tokat etkisi yaratıyor ve güçlü bir katharsis hissiyatı yaşatıyordu. Öyle ki, filmin finalinde Tom’un Grace’e söylediği şu sözcük hafızalara kazınıyordu: “Senin örneğin benimkini ezdi geçti!”

Manderlay (2005)

Dogville’in biçimsel olarak izleyiciyi şoke eden tüm yenilikçi tercihlerinin bir kopyasının vuku bulduğu Manderlay, zaten bildiğimiz ve tecrübe ettiğimiz bir film modelinin tekrarı hissiyatı yarattığından Dogville kadar başarılı olamadı. Dogville’de Nicole Kidman, Manderlay’de ise Bryce Dallas Howard’ın canlandırdığı karakterin aynı kişi oluşu ufak bir yabancılaşma yaşatsa da, tiyatro dekoruna artık alışan ve tercihleri artık yadırgamayan seyircinin tek merak ettiği unsur filmin içeriğiydi. Irkçılık ve bağımsızlık temalarını hedefine alan Trier, çok sevdiği sürprizli finali yine uygulamasına karşı gerek filmin bütününde gerekse finalinde Dogville’in etkileyiciliğini yakalamayı başaramıyordu. Kendisi de bunun farkına varmış olacak ki, üçlemenin son ayağı olan “Washington”u sürekli erteledi ve günümüzde bile bu film hala çekilmedi.

Direktoren for det hele / The Boss of It All (2006)

Manderlay’den sonra üçlemenin son ayağı olan Washington’u çekmekten vazgeçen Trier, muhtemelen “ne yapsam da yine ortalığı karıştırsam” diye düşünürken “Emret Patronum” adlı bir şirket komedisi ile geri dönmüştü. Trier ve komedi! Elbette bu komedi Trier’in hamleleriyle arıza bir komedi filmi olacaktı ve beklenen oldu. Trier, Dogme95 çekim tekniğini yine bırakmadı, üzerine “automavision” adını koyduğu bir teknikle kadrajların bir bilgisayar programı tarafından rasgele seçilmesi gibi tepki çekecek bir sistem kullandı, o da yetmedi ve yine kendisinin ürettiği “lookey” adlı bir metotla filme bilinçli olarak 5 ile 7 arasında değişen görsel hata yükleyerek izleyicinin bilmeceyi çözmesini istedi! İktidarların koltuk sevdasından patron – işçi ikilemine kadar uzanan kültürel bir kara komedi ortaya çıkaran Trier, kariyerindeki en enteresan filmlerinden birine imza atıyordu.

Antichrist (2009)

Trier’in Tarkovsky’e adadığı “Antichrist”, Avrupa üçlemesindeki hipnotik etkiyi ve psikolojik gerilim ögelerini geri getiriyor, sinematografik olarak üçlemesindeki filmlerin rahatsız ediciliğini yüzle çarpıyordu. Şiddet ve cinsellik dozajını yükselten Trier, anlatısını epizotlara ayırıyor, etkileyici prolog ve epilog kısımlarını siyah-beyaz çekiyordu. Kadınla erkeğin varoluşsal savaşını cehennemi andıran bir atmosferde işleyen Trier, kadın düşmanı olarak lanse edilip Cannes Film Festivali’nde yuhalanınca kariyerinin en iyi filmini çektiğini iddia edip kendini dünyanın en iyi yönetmeni ilan ediyordu. Kim ne derse desin Antichrist, gore-slasher türüne kayan aykırı sahneleri, karakterlerini Adem ile Havva ekseninde konumlandıran dini ve mitolojik göndermeleri, konuşan bir tilki gibi garip sürreal sahneleri ile Trier’in en sıra dışı yapıtı olarak hafızalarda yer etti.

Melancholia (2011)

Antichrist ile Cannes’da yuhalanıp kadın düşmanı ve ahlaksız tanımlarıyla suçlanan Trier, iki yıl sonra bilimkurgu filmi Melancholia ile geri dönüyor ve basın toplantısında Hitler’i anladığını söyleyince yine ortalığı ayağa kaldırarak festivalden kovuluyordu. Kıyamet odaklı bir bilimkurgu atmosferi ekseninde aile üyelerinin bulunduğu bir düğünü fon olarak kullanan Trier, dini ve mitolojik referanslarını yine filmin içerisine sembolik şekillerde yerleştiriyordu. Idioterne’deki saf Dogme95 geleneğini Antichrist’ın sinematografiyle oynayan efekt odaklı yapısıyla birleştiren Trier, filmin finalinde kıyametin kopup kopmayacağını daha açılış sekansında göstererek izleyiciyi şaşırtıyordu.

Nymphomaniac Volume 1 – Volume 2 (2013)

Tartışmalar ve skandallarla dolu kariyerine devam eden Trier, son filmi Nymphomaniac ile 7 saatlik bir filme imza atarak ilgiyi tekrar üzerine çekti. Yapımcının baskıları nedeniyle zorla filmini 5,5 saate indiren Trier, filmin daha fazla kısaltılmaması gerektiğini söylese de isteği dışında film 4 saate indirildi ve iki bölüm halinde gösterildi. Toplamda 240 dakikalık süresiyle açık ara en uzun filmine imza atmak, Berlin Film Festivali’ne Cannes t-shirtüyle katılmak, filmin birçok sahnesini tanıtım amacıyla internette paylaşmak, filmdeki tüm karakterlerin orgazm halindeki yüz ifadelerini afiş olarak paylaşmak gibi hamlelerle yine aykırılık sınırlarını zorlamaya devam etti.

Nymphomaniac Bölüm 1’de tüm filmlerinin toplamından çok daha fazla seks sahnesine imza atan Trier, bu sahneleri zeki bir mizah anlayışıyla ve farklı stil denemeleriyle harmanlayarak kurguyu daima canlı tutuyordu. Nemfomanyak bir kadının çocukluğundan günümüze kadar olan çok katmanlı hikayesini yine dini ve mitolojik referansları ekseninde ağırlıklı olarak mizahi bir dille sunuyordu. İkinci bölüm itibariyle bu mizahi dilini yavaş yavaş kaybetmeye başlayan film, hem Hristiyanlık üzerine felsefe üreten bir dizi diyalog silsilesine dönüşüyor, hem de ana teması olan seks bağımlılığından çıkıp mazoşizm, mafya gibi kavramlara girerek ana odak noktasını kaybediyordu. Cinsellik ve din üzerine bu kadar yoğun felsefe üreten filmin final sahnesiyle kötü ve ucuz bir fıkraya dönüşmesi ise Trier’e yakışmayan kolaycı bir çözüm yöntemiydi. Trier, belki de Antichrist ile üzerine yapışan “kadın düşmanı” yaftasını bu sefer erkeği suçlayarak bertaraf etmek istemişti, kim bilir?

Halil İbrahim Sağlam

 

20 Temmuz 1989 yılında İstanbul'da doğdu. Sinemayla 16 yaşında ilgilenmeye başladı ve usta Yeşilçam yönetmenlerinden ders alarak kendini geliştirdi. Kısa metraj filmler yönetti ve senaryolarını yazdı. İstanbul Arel Üniversitesi’nin ve Erciyes Üniversitesi’nin “Sinema ve Televizyon” bölümlerinden mezun oldu. 2011’den bu yana sinema yazarlığı yapıyor. Güney Kore sinemasına ve polisiye romanlara özel bir ilgisi var. İlk uzun metrajlı filmini çekebilmek ve polisiye türündeki ilk romanını yayımlatabilmek için çalışmalarını sürdürüyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.